ARZI MEVUD
- mutlunecmettin
- 10 Eki 2024
- 16 dakikada okunur
İbrânîce’de “Eretz Israel” (İsrâil diyarı) denilen bu bölge yahudilerin kutsal kitabı Ahd-i Atîk’te “Ken‘an diyarı” (Tekvîn, 11/31; 17/18; Çıkış, 6/4), “diyar” (Tesniye, 26/15; İşaya, 57/13), “gurbet diyarı” (Tekvîn, 17/8), “memleket” (Tekvîn, 26/2-3) diye de zikredilmektedir. İkinci Mâbed döneminden itibaren ise “arz-ı mev‘ûd” diye adlandırılmış olup Kitâb-ı Mukaddes’in Ahd-i Cedîd kısmında da bu isimle geçmektedir (İbrânîler’e Mektup, 11/9). Ahd-i Atîk’te burası ayrıca “iyi ve geniş diyar” (Çıkış, 3/8), “süt ve bal akan diyar” (Çıkış, 3/8; Levililer, 20/24; Tesniye, 11/9; Yeremya, 11/5; 32/22; Hezekiel, 20/6, 15), “bütün memleketlerin süsü olan diyar” (Hezekiel, 20/6, 15) diye tavsif edilmiştir.
Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. İbrâhim’e yapılan vaadde, “Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar olan bölge” (Tekvîn, 15/8), Hz. Mûsâ ve Yeşu’a yapılan vaadde, “Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak” denilmiştir (Tesniye, 11/24; Yeşu, 1/3). Arz-ı mev‘ûdun sınırları Ahd-i Atîk’te daha ayrıntılı olarak şu şekilde verilmektedir: a) Güney sınırı: “Tsin çölünden Edom boyunca olacak ve cenup sınırınız şarka doğru Tuz denizinin ucundan olacak ve sınırınız Akrabbim yokuşundan cenuba doğru dolaşacak ve Tsin’e geçecek ve onun uçları Kadeş-Barnea’nın cenubunda olacaklar ve Hatsar-Addar’a çıkacak ve Atsmon’a geçecek ve sınır Atsmon’dan Mısır vadisine kadar dolaşacak ve onun uçları deniz yanında olacaktır” (Sayılar, 34/3-5; Tesniye, 15/2-4). Buradaki Tsin çölü Kadeş’in kuzeydoğusunda yer almakta ve arz-ı mev‘ûdun güney sınırını teşkil etmektedir. Tuz denizi bugünkü Ölüdeniz’dir. Akrabbim yokuşu Ölüdeniz’in güneyinde, bugünkü Nakb es-Safâ, Hatsar-Addar Kadeş-Barnea’nın kuzeybatısındaki Vâdilkudeyrât, Atsmon da Vâdilkudeyrât’ın batısındaki yerdir. Mısır vadisi ise, Gazze’nin güneybatısından Akdeniz’e açılan Vâdilarîş’tir. Arz-ı mev‘ûdun güney sınırını belirten bu ifade, Ruhban metnine aittir ve Negev’in büyük bir kısmını arz-ı mev‘ûda katmaktadır. b) Batı sınırı: “Büyük deniz ve onun kıyısı olacaktır” (Sayılar, 34/6; Yeşu, 1/4). “Garp denizi”de (Tesniye, 11/24) denilen bu deniz Akdeniz’dir. c) Kuzey sınırı: “Büyük denizden Hor dağına kadar kendinize işaret koyacaksınız. Hor dağından Hamat’a girilecek yere kadar işaret koyacaksınız ve sınırın uçları Tsedâd’da olacak ve sınır Zifron’a çıkacak ve onun uçları Hatsar-Enan’da olacaktır” (Sayılar, 34/7-9). Arz-ı mev‘ûdun kuzey sınırı, Ahd-i Atîk’in diğer yerlerinde Lübnan olarak belirtilmektedir (Tesniye, 11/24; Yeşu, 1/4). Söz konusu Hor dağının Güney Anadolu’daki Toros dağları olduğu da ileri sürülmüştür (Ancien Testament, s. 326); fakat genel kanaat, bunun Lübnan dağı (Cebelilübnan) olduğu yönündedir. Esasen Ahd-i Atîk’in hiçbir yerinde arz-ı mev‘ûdun kuzey sınırı Lübnan bölgesini aşmamaktadır. d) Doğu sınırı: “Ve şark sınırınız için Hatsar-Enan’dan Şefam’a kadar işaret koyacaksınız ve sınır Şefam’dan Ain’in şark tarafında Ribla’ya inecek ve şarka doğru Kinneret denizinin yanına dokunacaktır ve sınır Erden’e inecek ve uçları Tuz denizi yanında olacaktır” (Sayılar, 34/10-12). Kinneret denizi Taberiye gölüdür. Ahd-i Atîk’te doğu sınırı “büyük ırmak, Fırat ırmağı” olarak da gösterildiği halde (Tekvîn, 15/18; Tesniye, 11/24; Yeşu, 1/4), Sayılar, 34/10-12’de Rab Yahova tarafından Hz. Mûsâ’ya çizilen doğu sınırı Taberiye ve Lut göllerinin doğu tarafındaki bölgeyle sınırlı kalmaktadır. Doğu sınırının Fırat’a kadar uzatılması ideal ölçülere göredir ve yahudi tarihinde hiç gerçekleşmemiştir. İsrail tarihinin en parlak dönemi Hz. Süleyman devri olmasına, Hz. Süleyman’ın “Irmaktan Filistîler diyarına ve Mısır sınırına kadar bütün ülkeler üzerinde saltanat sürdüğü” (I. Krallar, 4/21) belirtilmesine rağmen krallığın doğu sınırı asla Fırat’a varmamıştır.
Ahd-i Atîk’te arz-ı mev‘ûd ilk önce Hz. İbrâhim’e ve onun zürriyetine vaad edilmiştir (Tekvîn, 13/14-17). “Ve senin gurbet diyarını, bütün Ken‘an diyarını sana ve senden sonra zürriyetine ebedî mülk olarak vereceğim ve onların Allah’ı olacağım” (Tekvîn, 17/8). Ancak Kitâb-ı Mukaddes geleneği daha sonra Hz. İsmâil’i devre dışı bırakarak vaadin Hz. İshak ve onun zürriyetine ait olduğunu belirtmektedir (Tekvîn, 21/12). Hz. İbrâhim’den sonra aynı vaad Hz. İshak’a ve onun zürriyetine (Tekvîn, 26/2-3), Hz. Ya‘kūb’a ve zürriyetine (Tekvîn, 28/4, 13; 48/4), Hz. Yûsuf’a (Tekvîn, 50/24), Hz. Mûsâ’ya (Çıkış, 3/8, 17; 6/4, 8; 32/13; 33/1; Sayılar, 34/1-12; Tesniye, 11/24-25) ve Yeşu’a (Yeşu, 1/2-4) yapılmıştır.
Ahd-i Atîk’e göre arz-ı mev‘ûd Hz. İbrâhim, Hz. İshak, Hz. Ya‘kūb ve Hz. Mûsâ’ya ve onların zürriyetlerine ebedî mülk ve miras olarak verilmiştir (Tekvîn, 17/8; 28/4,13; 48/4; Çıkış, 6/8); ancak bu hiçbir şarta bağlı olmayan, mutlak bir vaad değildir. Arz-ı mev‘ûda sahip olmanın, orayı ebedî mülk ve miras olarak almanın şartları, Rab Yahova ile İsrâiloğulları arasında değişik dönemlerde yapılan ahidlerle tesbit edilmiştir. İsrâiloğulları bu ahidlere riayet etmeleri şartıyla vaade hak kazanacaklar, aksi takdirde bundan mahrum kalacaklardı.
Arz-ı mev‘ûdla ilgili ilk ahid, Rab Yahova ile Hz. İbrâhim arasında yapılmıştır. “O günde Rab İbrâhim’le ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar bu diyarı, Kenîler’i, Kenizzîler’i, Kadmonîler’i, Hittîler’i, Perizzîler’i, Refalar’ı, Amoriler’i, Ken‘anlılar’ı, Girgaşîler’i, Yebûsîler’i senin zürriyetine verdim” (Tekvîn, 15/18-21). Bu ahid ile Tanrı Hz. İbrâhim’in soyunu fazlasıyla çoğaltacaktır; o, milletlerin babası olacaktır. Onun soyundan krallar çıkacaktır. Onun gurbet diyarını, bütün Ken‘an diyarını ona ve ondan sonra da zürriyetine ebedî mülk olarak verecektir. Bu vaadin karşılığı olarak Hz. İbrâhim ve onun zürriyeti, Tanrı olarak sadece O’nu tanıyacak ve her erkek sünnet olacaktır. Bu ahid ebedîdir (Tekvîn, 1-14).
Hz. İshak ve Hz. Ya‘kūb ile de bir ahid yapılmıştır (Çıkış, 6/4). Rab Hz. İshak’a vaadini şu şekilde bildirmektedir: “Mısır’a inme, sana söyleyeceğim memlekette otur, bu diyarda misafir ol, seninle olacağım, seni mübarek kılacağım, çünkü bütün bu memleketleri sana ve zürriyetine vereceğim ve baban İbrâhim’e ettiğim yemini pekiştireceğim ve senin zürriyetini göklerin yıldızları gibi çoğaltacağım, zürriyetine bütün bu memleketleri vereceğim, yerin bütün milletleri senin zürriyetinde mübarek kılınacaklar, çünkü İbrâhim sözümü dinledi ve tenbihlerimi, emirlerimi, kanunlarımı ve şeriatlarımı tuttu” (Tekvîn, 26/2-5). Şu halde vaadin tahakkuku, Allah’ın emirlerini, kanun ve şeriatını tutmaya bağlıdır.
Yahova Hz. Ya‘kūb’a şöyle der: “Baban İbrâhim’in Allah’ı, İshak’ın Allah’ı rab benim. Üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; senin zürriyetin yerin tozu gibi olacak, garba, şarka, şimale ve cenuba yayılacaksın, yerin bütün kabileleri sende ve senin zürriyetinde mübarek kılınacaktır” (Tekvîn, 28/13-14).
Ahd-i Atîk’e göre Hz. Mûsâ ile de bir ahid yapılmıştır. “Bunun için İsrâiloğulları’na söyle. Ben rabbim. Sizi Mısırlılar’ın yükleri altından çıkaracağım..., sizi kendim için bir kavim olarak alacağım ve size Allah olacağım... ve İbrâhim’e, İshak’a Ya‘kūb’a vermek için yemin ettiğim diyara sizi getireceğim ve onu size miras olarak vereceğim” (Çıkış, 6/2-8). Hz. Mûsâ vasıtasıyla Rab Yahova ile İsrâiloğulları arasında yapılan ahdin şartları ise Rabbin Hz. Mûsâ’ya verdiği şeriatın (Tevrat) hükümleridir (Çıkış, 19/24). İsrâiloğulları Tevrat’ta bildirilen hükümlere riayet ettikleri sürece Rab Yahova onları kendisi için bir kavim olarak alacak ve onlara Allah olacaktır (Çıkış, 6/7; Levililer, 26/12). “Eğer gerçekten sözümü dinleyecek ve ahdimi tutacaksanız, bana bütün kavimlerden has kavim olacaksınız; çünkü bütün dünya benimdir; ve siz bana kâhinler melekûtu ve mukaddes millet olacaksınız” (Çıkış, 19/5-6).
Ahd-i Atîk’in birçok yerinde arz-ı mev‘ûdda uyulması gereken kurallar ayrıntılarıyla bildirilmiştir (Çıkış, 13/5-16; 1924; 33-34; Sayılar, 15; Tesniye, 5-8; 11/22-25; 12/1-26/19; Yeşu, 1/6-8; Yeremya, 1/1-7). Ahdin şartlarına uyulmadığı, Rabbin emirleri yerine getirilmediği, O’nun kanunları reddedildiği (Levililer, 26/14-15), şeriattaki emirler tutulmadığı takdirde ise başlarına her türlü felâket gelecek; Rab Yahova onlardan nefret edip onlara karşı öfke ile yürüyecek (Levililer, 26/14-33; Tesniye, 28/58-68), mülk edinmek için girdikleri diyardan koparılacaklardır (Tesniye, 28/63). Nitekim İsrâiloğulları tarihleri boyunca, hiçbir zaman Rab Yahova ile yapılan ahde sadık kalmamışlardır. Ahd-i Atîk de onların ahdi bozmalarını ısrarla vurgulamaktadır (Tesniye, 29/25; 31/16, 20; Yeşu, 7/11; I. Krallar, 19/10; II. Tarihler, 12/1; Ezra, 9/10; Mezmur, 119/53; İşaya, 24/5; Yeremya, 9/13; 22/9; Hezekiel, 44/7). Hz. Mûsâ zamanında yapılan ahid, İsrâiloğulları’nın altın buzağıya tapmalarıyla bozulmuş (Çıkış, 32), daha sonra arz-ı mev‘ûdun ebediyen verileceği tekrar bildirilerek (Çıkış, 32/13) ahid yenilenmiştir (Çıkış, 33-34). Çölde ahid tekrar hatırlatılarak arz-ı mev‘ûda girilince uyulması gereken kurallar belirtilmiş (Levililer, 25/55-26/46), fakat İsrâiloğulları her defasında ahdi çiğneyip Rab Yahova’ya isyan etmişlerdir. Rabbin emri üzerine Hz. Mûsâ her kabileden birer temsilciyi arz-ı mev‘ûd hakkında bilgi toplamak üzere Ken‘an diyarına göndermiş, kırk gün sonra dönen grup, iki kişi hariç, oraya gitmenin tehlikeli olduğunu belirtmişler ve tekrar Mısır’a dönme arzularını izhar etmişlerdir. Bunun üzerine Rab Yahova onları mirastan mahrum edeceğini bildirmiş ve orayı onlara kırk yıl haram kılmıştır (Sayılar, 14/33-34).
Ahd-i Atîk’e göre İsrâiloğulları’na böyle bir vaadin yapılması, onların salâhından ve yüreklerinin doğruluğundan dolayı değil, ancak oradaki milletlerin kötülüğünden ve Rabbin İbrâhim’e, İshak’a ve Ya’kūb’a and ettiği sözü sabit kılması sebebiyledir (Tesniye, 9/4-5). Zira İsrâiloğulları “sert enseli bir kavim”dir (Çıkış, 32/9; 33/3; 34/9; Tesniye, 9/6, 13); Mısır diyarından çıktıkları günden beri Rabbe âsi olmuşlardır (Tesniye, 9/7); öküz kendi sahibini, eşek de efendisinin yemliğini bildiği halde İsrâil Rabbini bilmemektedir (İşaya, 1/2-3); İsrâiloğulları suçlu bir millettir, haksızlığı yüklenmiş olan kavimdir, kötülük işleyenlerin zürriyetidir. Rabbi bırakmışlar (İşaya, 1/4), ahdi bozmuşlar (Tesniye, 31/16, 20; Yeremya, 11/10), başka ilâhların ardında gitmişlerdir (Yeremya, 11/10). Rab Yahova’nın hoşgörüsüne rağmen her defasında ahdi bozdukları için Rab onları helâk etmek istemiş, fakat bu niyetinden dönmüş, nâdim olmuştur. O kadar çok isyan etmişlerdir ki onları cezalandırmaya niyetlenen, fakat buna nâdim olan Yahova, nedâmet ede ede yorulmuştur (Yeremya, 15/6).
Ahde riayet etmeyen arz-ı mev‘ûddan mahrum kalacak ve lânetlenecektir (Yeremya, 11/3). Orada ebedî kalabilmek için ahde riayetin yanında daha başka şartlar da ileri sürülmüştür. “Yollarınızı ve işlerinizi ıslah edin, sizi bu yerde oturturum. Yollarınızı ve işlerinizi iyice ıslah ederseniz, bir adamla komşusu arasında tam adalet ederseniz, garibi, öksüzü ve dul kadını mağdur etmezseniz, bu yerde suçsuz kanı dökmezseniz, kendi ziyanınıza olarak başka ilâhların ardınca yürümezseniz o zaman bu yerde, ezelden ebede kadar atalarınıza vermiş olduğum diyarda sizi oturturum” (Yeremya, 7/1-7). “Çünkü memlekette doğru adamlar oturacaklar ve kâmiller orada kalacaklardır. Fakat kötü adamlar memleketten atılacaklar ve hainler oradan söküleceklerdir” (Süleyman’ın Meselleri, 2/21-22).
Arz-ı mev‘ûd tabiri Kur’ân-ı Kerîm’de geçmemekte, ancak Hz. İbrâhim ve Lût’un “bereketli kılınmış” bir diyara ulaştırıldıkları anlatılmaktadır (el-Enbiyâ 21/71). Firavunların baskısı altında yaşayan İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarmakla görevlendirilen Hz. Mûsâ da, “Ey kavmim! Allah’ın sizin için yazmış olduğu arz-ı mukaddese giriniz ve arkanıza dönmeyiniz; sonra hüsrana uğrayanlardan olursunuz” demiştir (el-Mâide 5/21). Fakat İsrâiloğulları oraya girmek istememişler, bunun üzerine arz-ı mukaddes onlara kırk yıl haram kılınmıştır (el-Mâide 5/22-26). Bunun dışında Kur’an’da ayrıca, Tevrat’ta verilen sözün Zebûr’da yenilendiği, “arz”a iyi kulların vâris olacağı açıklanmış (el-Enbiyâ 21/105), Mısır’da zayıf düşürülen İsrâiloğulları’nın Allah tarafından “o yerde” hâkim kılınmak istendiği bildirilmiş (el-Kasas 28/5-6), İsrâiloğulları’na önceden verilen sözün gerçekleştirildiği ve sabretmelerine karşılık, hor görülüp ezilen bu milletin “bereketli kılınan topraklar”a vâris kılındığı ifade edilmiştir (el-A‘râf 7/137).
Kur’an’da “arz-ı mukaddese”, “bereketli arz” gibi ifadelerle anılan ve İsrâiloğulları için yaratıldığı belirtilen bu yerin neresi olduğu açık olarak bildirilmemiştir. Nitekim bu âyetlerin tefsirinde çeşitli yerler üzerinde durulmuş, bazı âlimler bu yerin Şam ve Mısır, bazıları Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Kudüs ve Lübnan dağı çevresi olduğunu söylerken diğer bazı âlimler de kesin bir yer belirtmenin doğru olmayacağını, ancak Fırat ile Mısır arasında bir yer olması gerektiğini ifade etmişlerdir.
Yahudiler arz-ı mev‘ûddan uzaklaştırıldıktan sonra (m.s. 70) daima oranın hayaliyle yaşamışlar, zaman zaman ortaya çıkan sahte mesîhler de oraya kavuşma idealini körüklemişlerdir. Bu mesîhlerden bazıları “arz-ı mev‘ûd”u önce Filistin, sonra da bütün yeryüzü şeklinde yorumlamışlardır. Siyonizm hareketinin ortaya çıkış sebebi de arz-ı mev‘ûd idealinin gerçekleşmesi arzusudur.
Vaad öncelikle Hz. İbrâhim’e yapıldığına göre, bu vaad bir hak doğuruyorsa, İshak soyundan gelen yahudiler kadar İsmâil neslinden gelenlerin de o topraklarda hakkı olmalıdır. Diğer taraftan vaadin gerçekleşmesi birtakım şartların yerine getirilmesine bağlanmıştır. Bunların başında Allah’a itaat gelmektedir (el-Mâide 5/12). Halbuki İsrâiloğulları Allah’ın emirlerine boyun eğmemiş yapılan ahidleri yerine getirmemiş, hatta Allah’ın elçilerini öldürüp fesat çıkarmışlardır (el-Bakara 2/61, 100; en-Nisâ 4/155-156; el-Mâide 5/13). Ayrıca Kur’an’da “arz”a belli ırklara mensup olanların değil “sâlih kullar”ın vâris kılınacağı ve bu ilâhî kanunun bütün mukaddes kitapların hükmü olduğu bildirilmiştir (el-Enbiyâ 21/105; krş. Mezmur, 37/29; 69/32-36).
BİBLİYOGRAFYA
Taberî, Câmiʿu’l-beyân (Bulak), XVII, 80-81.
Kurtubî, el-Câmiʿ, VI, 125.
Ancien Testament, s. 326.
Bustanay Oded, “Canaan, Land of”, EJd., V, 99-100.
“Erez İsrael”, a.e., VI, 837.
Louis Isaac Rabinowiz, “İsrael”, a.e., IX, 106.
Michael Avi-Yonah, “İsrael, Land of”, a.e., IX, 108-123.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1991 yılında İstanbul’da basılan 3. cildinde, 442-444 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshay
Hor Dağı ( İbranice : הֹר הָהָר , Hōr hāHār ) , İbranice İncil'de iki ayrı dağa verilen isimdir . Biri Ölü Deniz'in güneyindeki bölgede Edom topraklarıyla sınırlıdır ve diğeri İsrail'in kuzey sınırında Akdeniz kıyısındadır. İlk Hor Dağı, Musa'nın kardeşi olan baş rahip Harun'un orada ölmesi nedeniyle İsrailliler için özellikle önemlidir .
Edom'daki Hor Dağı
[ düzenlemek ]
Petra yakınlarındaki Cebel Harun ('Harun Dağı')
Bu Hor Dağı " Edom diyarının kenarında" yer alır ( Sayılar 20:23, 33:37 ) ve Harun'un soyunun tükendiği , öldüğü ve gömüldüğü yerdi . Hor Dağı'nın tam yeri tartışma konusu olmuştur.
Cebel Harun
[ düzenlemek ]
Josephus'un yazılarına dayanarak , [ 1 ] genellikle Jebel Nebi Harun ("Arapça'da Hz. Harun'un Dağı") veya sadece Ürdün Rift Vadisi'nin Arabah bölümünün doğu tarafında, Edom Dağları'nda deniz seviyesinden 4780 fit yükseklikte ikiz zirveli bir dağ olan Jebel Harun ile özdeşleştirilmiştir . [ alıntı gerekiyor ] Zirvede , geleneksel olarak sözde " Harun'un Mezarı "nı işaretleyen ve bir Bizans kilisesinin kalıntıları üzerine inşa edilmiş Memlük dönemine ait bir cami bulunmaktadır [ 2 ] ve batısındaki eyerde Harun'a adanmış bir Bizans manastırının kalıntıları bulunmaktadır [ 3 ]
Cebel Madara
[ düzenlemek ]
19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına kadar bazı araştırmacılar bu tanımlamaya karşı çıktılar: örneğin, Henry Clay Trumbull, İsrail ve Mısır arasındaki modern sınıra yakın, 'Ain Kadis'in [ 4 ] (muhtemelen Kadeş Barnea ) yaklaşık 15 mil kuzeybatısındaki bir tepe olan Jebel Madara'yı tercih etti . Bu konumu destekleyenler arasında Wilton ( The Negeb , 1863, s. 127 vd.), de:Frants Buhl ( Die Geschichte der Edomiter , 1893, s. 23), GB Gray ( A Critical and Exegetical Commentary on Numbers , s. 270 ) ve Bruno JL Baentsch ( Exodus, Leviticus, and Numbers [1900–03 in German as Exodus – Leviticus – Numeri ], s. 572.) [ alıntı gerekiyor ] yer almaktadır.
Diğer siteler
[ düzenlemek ]
Medine'nin kuzeyindeki Uhud Dağı'nda , gelenekle Harun'un hayatıyla bağlantılı olan, Cebel Harun'un tepesindeki camiye benzer bir türbe vardır. [ 5 ]
Bir diğer alan ise Sina'da, Aziz Catherine Manastırı'nın yaklaşık 2 km kuzeybatısında, bir tepenin üzerinde hem Müslüman hem de Hristiyan türbelerinin bulunduğu yerdir. [ 5 ] Gelenek, burayı altın buzağının bulunduğu yer olarak belirler . [ 5 ] Müslüman makamı , yakınlarda ayak izinin korunduğu Hz. Harun'un durduğu yeri işaretler. [ 5 ] Bölgedeki Müslümanlar, Altı Gün Savaşı'na kadar gerçekleşen, develerin kurban edilmesiyle birlikte manastıra yapılan bir geçit töreni olan yıllık bir ziyaret gerçekleştirirlerdi . [ 5 ]
Kuzey Hor Dağı
[ düzenlemek ]
Sayılar Kitabı'nda ( Sayılar 34:7–8 ) başka bir Hor Dağı daha belirtilir . Bu dağ İsrail Toprakları'nın kuzey sınırını tanımlar . Geleneksel olarak Nur veya Amanus Dağları olarak tanımlanır . [ 6 ] İkinci Tapınak döneminde, Vaat Edilen Topraklar'ın coğrafi tanımını daha kesin bir şekilde belirlemeye çalışan Yahudi yazarlar , Hor Dağı'nı Suriye ovasının kuzey sınırını belirleyen Toros Dağları'nın Amanus sıradağlarına bir atıf olarak yorumlamaya başladılar. [ 7 ] Haham yazıları ayrıca Amanah'ı İsrail topraklarının bir sınırı olarak ilan ederek "Toprağı [İsrail] oluşturan nedir ve Toprağın [İsrail] dışındaki [yerleri] oluşturan nedir? Turos Amanus'tan aşağı [dik bir şekilde] eğilen ve inen ve içeriye doğru (yani güneyine doğru) olan her şey İsrail Toprakları'dır. Turos Amanus'tan dışarıya doğru (yani kuzeyine doğru) [İsrail] Toprağı'nın dışındaki [yerler]dir." derler. [ 8 ] [ 9 ] [ 10 ] [ 11 ]
Hor Dağı, Amanah olarak da adlandırılır ve Kudüs Targumları'nda Manus Dağı, Targum Jonathan'da ise Umanis olarak bilinir. [ 12 ] Tarihi coğrafyacı Joseph Schwarz (1804–1865), haham edebiyatında anlatılan Amanah sıradağlarının sınırlarını belirlemeye çalışmış ve bunun " Filistin'in kuzey ucu " olan Hor Dağı ile özdeşleştirilmesi gerektiğini ve kendisine göre " Trablus'un güneyinde Hor Dağı burnu olarak uzanır ( Sayılar 34:7 ) , Yunan egemenliği döneminde Theuprosopon ve şimdi Ras al-Shaka olarak adlandırılır, Akdeniz'e kadar uzanır ve oradan Sur'un güneyine 12 İngiliz mili uzaklıkta , çok uzaktan görülebilen kayalık uçurumları denize kadar uzanan Ras al Nakhara'ya kadar uzanır." [ 13 ] Bu tanıma göre Amanah, Anti-Lübnan Dağları'nın en güneydekisi olup , Hermon Dağı ile eşdeğerdir ve Türkiye'nin güneyindeki Amanos Dağı ile karıştırılmamalıdır .
Ayrıca bakınız
maide 21 26
21﴿
Ey kavmim! Allah’ın sizin için (vatan olarak) yazdığı kutsal topraklara girin, sakın geri dönmeyin, sonra kaybedenler siz olursunuz.”
﴾22﴿
Dediler ki: “Ey Mûsâ! Orada zorba bir topluluk var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Ama oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz.”
﴾23﴿
Korkanlar arasından Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğu iki (yiğit) adam şöyle dedi: “Kapıdan üzerlerine hücum edin; oraya girdiğiniz an artık kesinlikle siz galipsiniz. Eğer müminler iseniz ancak Allah’a güvenin.”
﴾24﴿
İsrâiloğulları, “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!” dediler.
﴾25﴿
Mûsâ, “Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu yoldan çıkmış kavim arasında sen hükmet” dedi.
﴾26﴿
Allah buyurdu ki: “Öyleyse onlar yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere oradan (kutsal topraklar) kırk yıl mahrum bırakılmışlardır. Artık sen yoldan çıkmış toplum için üzülme!”
Kutsal topraklardan maksat, içinde Beytülmakdis’in de bulunduğu Filistin topraklarıdır. Hz. İbrâhim ve ondan sonra gelen birçok peygamber burada yaşadığı ve defnedildiği için burası vahyin de iniş yeri olmuştur. Bu sebeple buraya “kutsal topraklar” (el-arzu’l-mukaddese) denilmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de “Allah’ın bereketli kıldığı yurt” olarak da ifade edilen (meselâ bk. İsrâ 17/1; Enbiyâ 21/71) bu yerlerin sınırları kesin olarak belirtilmemiştir. Taberî’ye göre en doğrusu Hz. Mûsâ’nın dediği gibi “arz-ı mukaddese” demekle yetinmektir. Çünkü bu bilgilerin doğruluğu ancak haber-i sâdıkla bilinir. Oysa bu konuda kesin delil olabilecek hiçbir haber yoktur (VI, 172).
Aynı zamanda arz-ı mev‘ûd (vaad edilen topraklar) adıyla da anılan bu yerler Kitâb-ı Mukaddes’e göre Hz. İbrâhim ve onun soyundan gelenlere verileceği Tanrı tarafından vaad edilmiş olan (Tekvîn, 17/8) bugünkü Filistin toprakları olup burası “içinde süt ve bal akan ülke”dir; bütün memleketlerin süsü olan vatandır (Çıkış, 3/8). Sınırları Akdeniz’den Fırat’a, Sînâ yarımadasının güneyinden Lübnan’ın kuzeyine kadar uzanır. Bu topraklara ebediyen mirasçı olmanın birçok şartı vardır (Hezekiel, 20/6-26; Tesniye, 32/29); bunların başında Allah’a verilen sözün yerine getirilmesi gelmektedir. Diğer taraftan ilâhî emirlere uymak, peygamberlerin yolunu izlemek, hak ve adalete riayet etmek; garibi, öksüzü mağdur etmemek, suçsuz kanı dökmemek uyulması gereken kurallar arasındadır. Eğer İsrâiloğulları Allah’a verdikleri sözü tutmazlarsa arz-ı mev‘ûddan mahrum kalacak ve lânetleneceklerdir. Nitekim yahudiler Hz. Mûsâ döneminden itibaren tarih boyunca Allah’a verdikleri sözü unutmuş, ahdi bozmuş ve O’na isyan etmişlerdir. Eski Ahid, onların Tanrı’ya isyan edişlerinin hikâyeleriyle dolu olup bu isyan ve günahları yüzünden yahudiler, milâttan sonra 70 ve 135 yıllarında Romalılar tarafından Filistin topraklarından atıldıktan sonra hep o topraklara dönme hayaliyle yaşamışlar, zaman zaman mesîh iddiasıyla ortaya çıkan kişiler de bu duyguyu tahrik etmişlerdir. Siyon dağı ile sembolleşen siyonizm hareketinin ana hedefi de yahudileri, vaad edilen bu topraklara tekrar kavuşturmaktır. Günümüz İsrail Devleti’nin siyasî yayılmacılığının temelinde de, arz-ı mev‘ûdla ilgili dinî motif bulunmaktadır (bilgi için bk. Abdurrahman Küçük, “Arz-ı Mev‘ûd”, DİA, III, 442-444; Ömer Faruk Harman, “Arz-ı Mev‘ûd”, İFAV Ans., I, 161).
İsrâiloğulları’nın atası Hz. Ya‘kub, oğlu Yûsuf’un isteği üzerine diğer oğullarıyla birlikte Mısır’a yerleşmeden önce Filistin’de yaşamıştı. Uzun süre Mısır’da yaşamış olan İsrâiloğulları sonunda Firavun’un zulmüne mâruz kalınca Hz. Mûsâ’nın önderliğinde Mısır’dan çıkıp ata yurduna gitmeye karar verdiler. Ancak Sînâ çölüne geldiklerinde Filistin’de Amâlika ve Ken‘anlılar gibi güçlü kuvvetli toplulukların bulunduğunu, burayı işgal ederek güçlü bir devlet kurmuş olduklarını gördüler. Hz. Mûsâ ata yurdu olan bu bölgeyi fethedip Kudüs’e girmek isteyince Amâlika’nın ahvalini araştırıp hakkında rapor vermek üzere kendi kavminin on iki kabilesinden on iki gözlemci seçip casus olarak gönderdi. Düşmanın durumunu araştıran gözlemciler, burada yaşayanların güçlü kuvvetli bir kavim olduğunu gördüler ve durumu Hz. Mûsâ’ya bildirdiler. Tefsirlerde anlatıldığına göre Hz. Mûsâ, halk üzerinde korku yaratır endişesiyle bu durumun kavimlerine anlatılmamasını istedi ise de Kaleb ile Yûşa‘ b. Nûn dışındakiler bu sırrı yaydılar. Kaleb ile Yûşa‘ ise düşmanın güçlü olmasına rağmen İsrâiloğulları’nın bölgeyi fethedip Beytülmakdis’e girebilecek durumda olduklarını bildirdiler (Sayılar, 13/2-33).
Hz. Mûsâ bir önceki âyette bildirilen hatırlatmalarını yaptıktan sonra Allah’ın kendileri için vaad etmiş olduğu bu kutsal yurdu fethedip oraya girmelerini, düşman karşısında zaaf göstermemelerini kavmine emretti; aksi takdirde hüsrana uğrayacaklarını bildirdi. Fakat önceleri Mısır’da itibarlı bir hayat yaşamakla birlikte daha sonra yıllarca hatta asırlarca Mısır yöneticileri tarafından köle muamelesi gördükleri için şahsiyetleri zedelenmiş, dinî ve millî kimlikleri zayıflamış olan İsrâiloğulları bu cihadın önemini kavrayamamışlar ve istikballerini görememişlerdir. Bu yüzden kendilerini Firavun’un zulmünden kurtarmış olan Hz. Mûsâ’ya karşı çıkmışlar, orada güçlü kuvvetli topluluklar bulunduğunu ileri sürerek onlar çıkmadıkça oraya girmeyeceklerini bildirmişlerdir. Ancak düşman kavmin durumunu araştırmak için gönderilenlerden Yûşa‘ ile Kaleb İsrâiloğulları’nı atalarının yurdunu yeniden fethedip korkusuzca Kudüs’e girmeye teşvik etmişler, oraya girdikleri an kesinlikle galip geleceklerini söylemişlerdi. Fakat İsrâiloğulları’na bu teşvikler kâr etmedi. “Biz bu işte yokuz” dediler ve Hz. Mûsâ’nın, rabbi ile birlikte gidip düşmana karşı savaşmasını istediler. 24. âyetten anlaşıldığına göre Hz. Mûsâ’dan düşmanları yok edecek bir mûcize istemiş olmalıdırlar. Çünkü onun kendilerini Firavun’un zulmünden kurtardığını görmüşler, gerçek bir peygamber olduğuna inanmışlardı.
Kavminin Filistin’e girmemek için direnmesi karşısında hiçbir şeyin yapılamayacağını gören Hz. Mûsâ, üzüntü içerisinde yüce Allah’tan özür diler mahiyette O’na, “Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu yoldan çıkmış kavmin arasında sen hükmet” diye yakardı. Hz. Mûsâ kavminin isyanından dolayı dünyada başlarına bir musibetin gelmesinden korktuğu için böyle bir yakarışta bulunarak herkese lâyık olduğunun verilmesini, kendisiyle isyankâr kavmin aynı cezaya çarptırılmamasını yüce Allah’tan niyaz etti. Allah da bu neslin böyle fütuhat gibi şerefli bir göreve lâyık olmadıklarını bildirerek onların bu kutsal topraklara girmekten kırk sene mahrum bırakıldıklarını, bu süre zarfında çölde dar bir alanda şaşkın şaşkın dolaşacaklarını Hz. Mûsâ’ya bildirdi. Ayrıca ona, yoldan çıkmış bir kavim için üzülmemesini öğütledi.
İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’ya itaat etmeyip düşman üzerine gitmedikleri için kırk yıl yersiz yurtsuz dolaşmaya mahkûm edilmişlerdi. Âyette, Medine yahudilerinin de Hz. Peygamber’e itaat etmezlerse benzer şekilde cezalandırılacaklarına işaret edildiği söylenebilir. İsrâiloğulları’nın yaşadığı bu tarihî olay Kitâb-ı Mukaddes’te (Sayılar, 13-15) ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Olay özet olarak şöyledir: Mûsâ, Faran çölünden kutsal ülkede casusluk yapmak üzere on iki İsrâil nakibini gönderdi. Bunlar kırk gün sonra gelip İsrâiloğulları’nın önünde raporlarını sundular. Raporlarında ülkenin zengin ve nimetlerle dolu olduğunu, ancak burada yaşayanlar güçlü oldukları için kendilerinin onlara karşı savaşacak durumda olmadıklarını söylediler. Bu rapor karşısında İsrâiloğulları Mısır’dan çıktıklarına pişman olduklarını ve oraya geri dönmenin daha uygun olacağını söylediler. Fakat, on iki casusun içinde bulunan Yûşa‘ ve Kaleb, korkaklık gösteren topluluğu azarladılar. Kaleb şöyle konuştu: “Hemen gidelim ve oraya sahip olalım, rahatlıkla bu işin üstesinden gelebiliriz. Sonra, Yûşa‘ ile birlikte dediler: Eğer Rab bizden razı olursa, bizi bu ülkeye götürecek ve orayı bize verecektir... Yeter ki, Rabbe karşı gelmeyin, o ülke halkından da korkmayın...” Ne var ki, topluluk bunları taşa tuttu. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: “Şüphesiz bu çölde kırk yıl dolaşacaksınız ve içinizde yirmi yaş ve daha yukarı olanlar bu çölde ceset haline gelecekler, küçükleriniz büyüyecek... onları kabul edip getireceğim ve onlar o ülkeyi bilecekler...” Bu süre içinde Mısır’dan çıkış sırasında genç olan herkes öldü. Ürdün’ün fethinden sonra Hz. Mûsâ da vefat etti. Ardından Nûn oğlu Yûşa‘ (Yeşû‘) zamanında İsrâiloğulları Filistin’i zaptedebildiler.
Kitâb-ı Mukaddes Hz. Mûsâ’nın casus olarak görevlendirip de dönüşlerinde kötü haberler getiren ve halkı düşmandan korkutup Hz. Mûsâ’ya karşı ayaklandıran şahısların tümünün çölde veba hastalığına yakalanarak öldüklerini de ibret alınacak bir olay olarak haber vermektedir (Sayılar, 14/37).
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber Bedir Savaşı öncesinde Kureyş müşrikleriyle savaşıp savaşmama konusunda arkadaşlarıyla istişare etmiş, gerek muhacirler gerekse ensar Hz. Peygamber’in emrinde olduklarını bildirmişlerdi. Bu arada ensârdan Mikdâd b. Amr el-Kindî şöyle demişti: “Ey Allah’ın elçisi! Biz sana İsrâiloğulları’nın Mûsâ’ya dediği gibi ‘Git, sen ve rabbin beraber savaşın, doğrusu biz burada oturacağız’ demeyiz. Fakat, ‘Git, sen ve rabbin beraber savaşın, biz de sizinle birlikte savaşacağız’ deriz” (Buhârî, “Tefsîr”, 5/4).
Süleyman Ateş bu âyetlerin Bedir Savaşı’ndan çok sonra Hudeybiye Antlaşması ile Mekke’nin fethi arasındaki dönemde indiğini ileri sürerek bu sözlerin Bedir gününde söylenmiş olma ihtimalinin çok uzak olduğunu söylüyorsa da (II, 507) kanaatimizce Mikdâd bu tarihî bilgiyi başka kaynaklardan öğrenmiş ve Bedir gününde böyle bir hitabede bulunmuş olabilir. Nitekim hadis ve siyer kaynakları da olayın Bedir gününde cereyan ettiğini bildirmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, 5/4; Müsned, I, 389, 390; İbn Kesîr, es-Sîre, II, 391-393; İbn Âşûr, VI, 166). Ayrıca bu sûre uzun bir zaman dilimi içinde parça parça indiği için tarihî olayı nakleden kısmın Bedir’den önce gelmiş olması ihtimali de yok değildir.
isra suresi 4 5
Karşılaştır 4: Biz İsrâiloğulları’na kitapta şunu bildirdik: Doğrusu siz yeryüzünde iki kez bozgunculuk çıkaracak ve gerçekten büyük bir taşkınlıkla büyüklenip azacaksınız.
Karşılaştır 5: Nitekim ilk bozgunculuk ve büyüklenmenizin karşılığını görme vakti geldiğinde, çok güçlü, savaşçı, acımasız kullarımızı üzerinize musallat ettik. Onlar da sizi yakalayıp öldürebilmek için evlerinizin içine varıncaya kadar her tarafı didik didik aradılar. Bu, kesinlikle yerine getirilmesi gereken bir sözdü.
srâiloğulları hakkında hükmün yazıldığı kitap, bütün ilâhî kitapların da kaynağı mahiyetinde olmuş ve olacak her şeyin içine kaydedildiği Levh-i Mahfûz olabilir.
İsrâiloğulları, yaşadıkları bölgede yaptıkları büyük fesatlar neticesinde bir takım musibetlere mâruz kalmışlardır. Söz konusu edilen fesat ve ona mukabil verilen cezaların, bu âyetlerde önemli olan ikisine işaret edilmektedir. Hem Tevrat ve İncil’de, hem de tarihi kaynaklarda bunlarla ilgili ayrıntılı bilgiler verilir. Kısaca belirtmek gerekirse bu iki felaketten kastın şu hâdiseler olduğu söylenebilir:
Onların mâruz kaldıkları ilk felaket M. Ö. 598’de Babil kralı Buhtunnasr’ın istilasıdır. O Kudüs’ü ve Beyt-i Makdis’i yerle bir etti. İsrâiloğulları’nı Filistin’den sürüp çeşitli ülkelere dağıttı. Bir kısmını da Babil’e götürdü. Onlara verilen ilk ceza budur. İsrâiloğulları’nın bu felakete uğramalarının sebebi olarak Hz. Zekeriya’yı öldürmeleri ve Ermiyâ’yı hapsetmeleri zikredilir. M.Ö. 529’da Pers kralı Hüsrev Babil’i alınca İsrâiloğulları’na Kudüs’e dönme ve mâbedi inşa etme izni verdi. Daha sonra Ezra, kaybolan Tevrat’ı yeniden derledi. Dini ıslahat yapıldı. M. Ö. dördüncü yüzyılda Yunan işgalinden sonra, M. Ö. ikinci yüzyıl sonunda dinî bir canlanma ile Makkabiler devletini kurdular. Tekrar bir çürüme ve tefrika, Romalıların M. Ö. 63’de Filistini işgal etmeleriyle sonuçlandı. Manevî çöküşleri daha da arttı. M. S. 70’de Romalı Titus Kudüs’ü alıp yahudileri kılıçtan geçirdi. Beyt-i Makdis’i yaktı yıktı. Âyette bildirilen ikinci felaket de bu olabilir. Bu felâketin sebebi olarak da Hz. Yahyâ’yı öldürmeleri veya Hz. İsa’yı öldürmeye teşebbüs etmeleri zikredilir. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 79-92)
İkinci ceza için bir de şu ihtimal vardır. Siyonizm, Batının süper güçlerinin desteğiyle İsrâil devletini 1948’de kurdu. Üç milyon kadar Filistinli müslümanı yurtlarından kovup, altmış yıldan beri İslâm dünyasını kana ve ateşe verdi. Dolayısıyla bu âyet, mazlum müslümanların haklarını alıp vatanlarına kavuşacaklarına da işaret olabilir. Buharî’de geçen şu hadis-i şerif konuya ışık tutmaktadır:
“Müslümanlarla yahudiler arasında kanlı bir savaş olmadıkça kıyamet kopmaz. müslümanlar onları kırıp mahvedecek. Hatta yahudi taşın, ağacın arkasına saklanacak, bunun üzerine o taş, o ağaç dile gelerek yahudiyi kovalayan kimseye: «Ey müslüman!, Şu arkamda bir yahudi var, gel onu da öldür!» diyecektir.” (Buhârî, Cihad 94; Müslim, Fiten 82)
İster yahudi ister başka din ve ırktan insanlar olsun Yüce Allah onlara kurtuluş yolu olarak son Peygamber’e iman ve itaati göstererek şöyle buyuruyor:
Comments