16 Mayıs
- mutlunecmettin
- 10 saat önce
- 19 dakikada okunur

Putin 50 yıl önce kaldırılan heykeli geri getirdi: Moskovalılar sabah işe giderken bir anda Stalin’le karşılaştı
Moskova’nın en aktif tren istasyonlarından birine, 50 sene önce kaldırılan Stalin heykelinin kopyası önceden açıklanmadan yerleştirildi. Putin, Sovyet liderinin figürünü Rusya sokaklarına döndürme çabalarını sürdürüyor
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde Josef Stalin’in ölümünü “De-Stalinizasyon” adı verilen uzun bir dönem takip etmişti. Stalin halkın bir bölümü tarafından 2. Dünya Savaşı’nda elde edilen zafer nedeniyle bir kahraman olarak görülse de, aynı zamanda milyonların ölümüyle sonuçlanan baskıcı politika ve uygulamaları nedeniyle halkın önemli bir bölümü tarafından karanlık bir figür olarak tanınıyordu. Bu süreçte Stalin’in ismi caddelerden kaldırıldı, heykelleri azaltıldı. Bu uygulama SSCB’nin yıkılmasının ardından kurulan Rusya Federasyonu’nda da sürdü. Ancak Rus lider Vladimir Putin, özellikle 2023’te Rusya’nın Ukrayna’yı topyekûn işgal girişimine başlamasından bu yana yavaş yavaş Stalin figürünü Rus sokaklarına döndürmeye başladı.
Bu yönde önemli bir adım bu hafta atıldı. Başkent Moskova’da bir metro istasyonuna Stalin’in 50 yıl önce kaldırılan bir heykelinin replikası yerleştirildi.
“Lider ve Komutana Halkın Minnettarlığı” adlı heykelin orijinali 1950 yılında Taganskaya istasyonunda açılmış, ancak 1960'larda de-Stalinizasyon çalışmaları kapsamında kaldırılmıştı.
The Times’ın aktardığına göre Stalin'in uzun süren iktidarı sırasında dikilen Stalin heykellerinin büyük çoğunluğu ile birlikte bu eserin de parçalandığı düşünülüyor. Kızıl Meydan'dan birkaç kilometre uzaklıktaki aynı istasyonda anıtın yeniden inşa edileceği önceden duyurulmamıştı.
Bağımsız gazetecilerinin hesaplarına göre, eski KGB ajanı Putin'in 2000 yılında iktidara gelmesinden bu yana Rusya genelinde 100'den fazla Stalin anıtı dikildi. Bunların çoğu, Kremlin'in Ukrayna'nın Kırım bölgesini ilhak etmesinin ardından Moskova'nın Batı ile ilişkilerinin yeni bir dip noktaya ulaştığı 2014 yılından sonra dikildi.
Ancak, gulag olarak bilinen çalışma kamplarında milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan Sovyet liderine ait böylesine Moskova'nın merkezinde aniden ortaya çıkması, Stalin’i kamusal hayata döndürme çabalarının en büyük adımı olarak niteleniyor. İnternette yayınlanan videolarda, yoldan geçenlerin anıtın önüne çiçekler bıraktığı görülüyor.
Rusya'da yasaklanmayan sayılı muhalefet partilerinden biri olan Yabloko Partisi, bu replikanın kaldırılmasını talep ederek, bunun “tarihe tükürmek” ve “bir utanç” olduğunu söyledi.
AB’nin aşırı bağımlılık riski”
Avrupa ile ilgili analizler yayınlayan The Parliament sitesindeki bir yoruma göre AB’nin Türkiye ile güvenlik ilişkisi stratejik bağımlılık yaratabilir
The Parliament’te Federico Baccini imzalı yazıda “Avrupa Birliği, savunma özerkliğini güçlendirmenin yollarını ararken, varlık nedeninin diğer temellerini zayıflatma riski taşıyan ortaklara yöneliyor” denerek Türkiye ile son dönemde imzalanan anlaşmaların Ankara’nın insan hakları ve özgürlükler konusundaki karnesi ile tezat oluşturduğunu belirtti. İşte o yazıdan satır başları:
Türkiye, Orta Doğu’dan Avrupa’ya göç akınlarını kontrol etme rolünü başarıyla kullanarak Brüksel’den milyarlarca euro yardım aldı. Türkiye ile bu tür bir ilişkinin savunma alanına da yayılması, AB’nin daha bağımsız hale gelmeye çalıştığı bir dönemde riskli bir bağımlılık yaratabilir.
Türk savunma sanayisi son yıllarda büyük bir gelişme gösterdi ve 2024 yılında toplam 6.3 milyar euro ihracat gerçekleştirdi. Türkiye son yıllarda Suriye, Libya ve Irak’a müdahale etti ve insansız hava araçları Ukrayna’nın Rusya’nın topyekûn işgaline karşı mücadelesinde önemli bir rol oynadı.
NATO üyesi olan Türk şirketleri, NATO standartlarına uygun üretim yapıyor. Popüler insansız hava araçlarının üreticisi Baykar, Ukrayna, Arnavutluk, Hırvatistan, Kosova, Polonya ve Romanya ile sözleşmeler yaptı. Bir başka Türk şirketi Otokar, Romanya ile 1.059 adet Cobra II dört çeker araç için sözleşme imzaladı. Denizcilik alanında, Türk gemi üreticisi STM, Portekiz Donanması için lojistik destek gemileri için 123 milyon euro’luk bir anlaşma imzaladı. İspanya, Hürjet eğitim uçağı konusunda Türkiye ile işbirliği yapmak için anlaştı. Türkiye merkezli Repkon, 2027’nin başlarında faaliyete geçmesi planlanan bir fabrikada Almanya’da topçu silahları üretimine yardımcı olacak.
Avrupa ile Türkiye’nin “savunma bağlarının derinleşmesi” söylemi gündemde ancak bu tam anlamıyla ne ifade ediyor, Türkiye’ye ne getirir?
AB sıkıştığında hep Türkiye’yi hatırlar. 10 yıl önce göç krizinde olduğu gibi. Savunma konusunda işbirliği yapılabilir. Bu süreç Türkiye ile AB arasında ilişkiler arasında bir düzelmeye vesile olabilir. Ortada bir güven bunalımı var. Açılan işbirliği alanı, bu krizi aşmakta rol oynayabilir. Genellikle Türkiye’ye mesafeli duran, bir rakip olarak gören Fransa bile Türkiye’ye yakınlaşmaya başladı. Peki biz bunun karşılığında ne isteyeceğiz? Mesela Avrupa Savunma Ajansı’na katılabilir miyiz? Onların daimi güvenlik yapısının bir parçası olabilir miyiz? Karşılık olarak bizim de birtakım taleplerde bulunmamız lazım. Türk savunma sanayisinin geliştiğini görüyorlar. Bu alanda önemli yol katettik ve 10-15 yıl içinde çok daha önemli bir noktaya geleceğiz. Bunlar AB’yi bir bakıma ürkütüyor ama aynı zamanda nasıl Türkiye’den faydalanabiliriz sorusunu getiriyor. Fakat AB’nin de zafiyeti liderlik eksikliği. Kim karar alacak? Savunma alanında Komisyon’un bir yetkisi yok. Dış İlişkiler Servisi’nin ne kadar yetkisi olabilir? Durum üye ülkelerin eline bakıyor. Onlar arasında da Almanya ve Fransa başı çekecektir. Bunun nereye evrileceğini görmek için Ukrayna’da ateşkes beklememiz gerekecek.
Türkiye’nin AB savunma çevresindeki etkisi de artabilir mi?
AB, savunma alanına 150 milyar euro’luk bir fon ayırdı ama bunu sadece AB ülkeleriyle kısıtlı tuttu. Dolayısıyla Baykar’ın İtalyan Leonardo şirketi ile olan işbirliği belki buna girmemize imkan sağlayacak. Çünkü bu fona ancak AB ülkelerinin şirketleri başvurabiliyor. Bir Türk şirketi ancak bir AB şirketiyle birleşirse veya ortaklık kurarsa faydalanabilir. AB’nin bu fonu sadece üyelerine açması hataydı. İngiltere bile dışlandı. Madem Türkiye’den faydalanmak istiyorsun o zaman bunu Ankara’ya da açman lazım. Türkiye “Benden yararlanmak istiyorsan bana da kapıyı aç” demeli.
Türkiye’nin AB üyeliği artık bir ihtimal olarak bile dillendirilmiyor. Savunma gibi konularda karşılıklı talepler üzerinden ilerlemek, ilişkileri tamamen ‘al-ver’e dayalı bir yapıya dönüştürme riski taşımıyor mu?
Zaten şu an “transactional”, yani al-vere dayalı bir ilişki içindeyiz ve bu uzun süre devam edecek. Çünkü AB, birçok nedenden Türkiye’yi üye yapmak istemiyor. Bu çok net. O bakımdan Türkiye insan hakları, hukukun üstünlüğü alanlarında gelişme gösterse, hatta Kıbrıs sorununu çözse bile AB bence Türkiye’nin nüfus yapısı nedeniyle üye olmasını istemiyor. AB’ye ya üyesinizdir ya değilsinizdir. O yüzden tam üyelik lafını hep eleştiririm, zaten yarım üyelik diye bir şey yok. Özellikle bu Balkan ülkelerini, Ukrayna’yı dahil edeceklerse başka bir üyelik yapısı geliştirmeleri lazım. Mesela aşamalı üyelik düşünülebilir. Asıl soru buna gerek olup olmadığı. Türkiye’nin çıkarlarının nerede olduğunu değerlendirmek gerekiyor. Trump’ın yaptıklarıyla ABD’nin kurmuş olduğu sistem değişiyor. Türkiye bir bölgesel güç. AB ile iyi ilişki, güvene dayalı ilişki şart ama üyelik şart değil. Sürekli üyelik peşinde koşuyoruz, olamazsak başarısız olacakmışız izlenimindeyiz. Bence bu yanlış.
Almanya zorunlu askerliğe dönebilir
Savunma Bakanı, ilk başta orduyu büyütme hedeflerini gönüllülük esası ile karşılamaya çalışacaklarına, ancak istenen sayıya ulaşamazlarsa 2011 öncesindeki gibi zorunlu askerliği geri getirebileceklerine işaret etti
Yeni hükümette de Almanya’nın Savunma Bakanı olarak göreve devam eden Boris Pistorius, orduya gönüllü katılımın istenilen seviyelere ulaşmaması durumunda zorunlu askerlik uygulamasının geri dönebileceğini söyledi.
Yeni hükümetin göreve gelmesinden sonra ilk kez parlamentoya seslenen Pistorius, “İlk başta gönüllülük esaslı bir sistem üzerinde karar kıldık. İlk başta sözüme dikkati çekmek isterim, çünkü yeterli gönüllü çıkmazsa bu değişebilir” dedi.
Almanya, 2011 yılında zorunlu askerlik hizmetini askıya almıştı. Politico, bunun yeniden yürürlüğe konmasının, Rusya’nın oluşturduğu tehdit ve Başkan Donald Trump yönetimindeki ABD’nin güvenlik garantilerinin güvenilirliğine ilişkin endişelerin artmasıyla birlikte önemli bir politika değişikliği anlamına geleceğini belirtti.
Pistorius, Bundeswehr’in yaklaşık 181 bin 500 aktif görevli askeri olduğunu ve bunun 2031 yılına kadar ulaşılması hedeflenen 203 bin sayının oldukça altında olduğunu söyledi. 2025 yılının başında askere alımlar yüzde 20 arttı, ancak Pistorius, “Silahlı kuvvetlerimizin yerine getirmesi gereken görevler için hala çok az insanımız var” uyarısında bulundu.
Öte yandan Başbakan Friedrich Merz de parlamentoda yaptığı konuşmada, Alman ordusunu Avrupa’nın en güçlüsü yapmayı hedeflediklerini ve bunun için gereken mali kaynağı sağlayacaklarını belirtti. Merz, “Avrupa’nın en güçlü ekonomili ülkesi için bu bir gereklilik. Müttefiklerimiz de bizden bunu talep ediyorlar” diye konuştu ve ekledi: “Hedefimiz şu: Almanya ve Avrupa o kadar güçlü olacak ki silahları kullanmamıza gerek kalmayacak”
Nefret aptallara kaldı: Yeni dünyanın gerçekleri
A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült
Yeni dünya düzeninde, eski tanımlar anlamını yitiriyor. İttifaklar kalıcı değil, düşmanlıklar sabit değil. Kimseyi sonsuza dek sevemezsiniz ama daha da önemlisi, kimseye sonsuza dek düşman kalamazsınız. Nefret ise artık aptalların işi. Artık dış politikada değişken denklemli stratejiler var. Yeni felsefenin adı akrobatik realizm. Bu, köksüzlük değil. Tarafsızlık hiç değil. Şimdi mesele “kiminle olduğumuz” değil; neden, ne zaman ve hangi koşulla birlikte hareket ettiğimiz
Gelecek artık hiçbir statükoyu kaldırmıyor. Çünkü dünya çoktan öngörülebilir olmaktan çıktı. Tek bir gelecekten söz etmek mümkün değil artık; her ülke, kendi iç dinamiklerine ve dış etkileşimlerine bağlı olarak binlerce alternatif senaryo ile karşı karşıya. Yeni dünya düzeninde, eski tanımlar anlamını yitiriyor. İttifaklar kalıcı değil, düşmanlıklar sabit değil. Kimseyi sonsuza dek sevemezsiniz ama daha da önemlisi, kimseye sonsuza dek düşman kalamazsınız. Nefret ise artık aptalların işi.
Sınırlar hâlâ haritalarda çizili olabilir ama diplomasinin zemini artık kaygan. Sabit zemin yok. Dengeler, sabah başka akşam başka şekillenebiliyor. Tutarlılık geçmiş hayatın meselesi.
ABD’de Trump döneminin yeni döneminde, J.D. Vance gibi isimlerin yükselişiyle birlikte, küreselleşme ve neoliberalizmin “öldüğü” ilan edildi. Ama bu ölüm ilanı, sadece fiziksel ürün ekonomisine duyulan öfkenin tezahürü idi. Çünkü ABD bu cephede savaşı kaybetti. Çin’in üretim gücü, Asya’nın tedarik zinciri hâkimiyeti karşısında sahada kazanma ihtimali kalmayan Amerika, masada kuralları değiştirerek kaybettiklerini telafi etmek istiyor. Bu yüzden küreselleşmenin sonunu tartışıyorlar.
Ancak dijital dünyada aynı Amerika tam tersi bir oyunun peşinde. Burada hatta küreselleşmenin değil, dijital oligarşi üzerinden hiper-küreselleşmenin savunucusular. “Dijital Barbarizm” diye adlandırabileceğimiz bu düzende, platformlara sınırsız hareket özgürlüğü, veri işlemeye mutlak erişim ve ulus ötesi dijital otoritenin egemenliği arzulanıyor. Fiziksel dünyada sınırlar geri gelirken, dijital dünyada sınırlar buharlaşıyor. Kaybettikleri alanı dijitalde fazlasıyla telafi etmenin peşindeler.
Eski kodlarla yeni oyunu çözmeye çalışmamalı
Bu çelişkili gibi görünse de aslında yeni dünyanın doğası bu. Dediğim gibi zemin kaygan. Tutarlılık değersiz.
İşte tam da bu nedenle klasik politika ezberleri de artık geçersiz. Müttefiklik anlayışı dönüşüyor. Aynı ülkeyle bir konuda dost, başka bir konuda düşman olabiliyorsunuz. Bu artık istisna değil, oyunun normali. Ne ABD, ne Rusya, ne Çin, ne Avrupa Birliği sabit eksenlerde ısrarcı olamıyor.
Yeni diplomasi; konu bazlı yakınlaşmalar, dönemsel çıkar birliktelikleri ve anlık pozisyonlamalarla ilerleyecek. Anlayacağınız, uzun sürekli efsanevi aşklar OUT, tek gecelik ilişkiler IN.
Türkiye de bu dinamik dünyanın içinde uzun süredir kendi yolunu arıyordu. Bir zamanlar çokça eleştirilen “ait olamama” politikamız, bugün oyunun doğasına en uygun stratejiye dönüşmüş durumda. Aynı anda hem Ukrayna’yla hem Rusya’yla ilişkiler kurmak nasıl oluyor diye soranlara cevabı, İstanbul’un Putin tarafından barış görüşmeleri için önerilmesinde bulabiliyoruz mesela.
Çin’le Pakistan’da kendimizi aynı tarafta bulurken, Suriye’de karşı cephede yer almak mümkün olabiliyor.Filistin meselesinde İsrail’e düşmanız ama Azerbaycan’da değiliz mesela.
Libya’da ise herkesin herkesle aynı anda hem müttefik hem de hasım olduğu bir denklem kurulu, oraya hiç girmeyelim.
Bu tablo artık bize şunu söylüyor: Dış politikada sabit kimliklerin, kalıcı safların ve mutlak konumların devri bitti.
Geçmişin ideolojik saflığına sarılanlar, bugünün kaotik gerçekliğini okuyamıyor. Geleceği kazanmak isteyenler, eski kodlarla yeni oyunu çözmeye çalışmamalı. Dünya artık yankı odalarında üretilmiş duygusal reflekslerle değil, çapraz rezonanslarla daha iyi anlaşılıyor. Aynı anda birden fazla oyun tahtasında hamle yapabilen, stratejisini esnek tutabilen ve reflekslerini hızla uyarlayabilen ülkeler, bu yeni düzende avantaj sağlayacak.
Türkiye’yi değerlendirirken hâlâ “kimin yanındayız” gibi eski sorularla yola çıkanlar, geride kalacak. Yeni soru şudur: “Hangi konuda, ne zaman, kiminle birlikte hareket edeceğiz?”
Arada dans etmeyi öğrendi
Bu, dans partnerinizi sürekli değiştireceğiniz bir koreografi. Ama mesele sadece partner değiştirmek değil. Asıl maharet, ritmi kaybetmeden o dansa devam edebilmekte. Çünkü bu yeni diplomasi; bir vals değil, doğaçlamaya açık, zaman zaman caz gibi, bazen de serbest stil dans gibi. Koreografinin yeniden yazıldığı bir alan. Dans etmeyi bilmek lazım.
Bu akışta ayakta kalmak, sabit durmaktan değil; en doğru anda, en doğru yöne esneyebilmekten geçiyor. Türkiye bu oyunda, düşündüğümüzden çok daha iyi bir pozisyona da ulaşabilir, çünkü bu dansı uzun süredir yapıyor. İstediğinden değil, yalnızlığa itildiğinden, arada dans etmeyi öğrendi. Ama özgüven konusunda da dikkat etmeli, bu tür danslarda kontrolü yitirip savrulma da var. Her şey, pozisyon değişimini bundan sonra nasıl yöneteceğinize bağlı.
Bugün dünya diplomasisi, klasik satrançtan çok serbest stil jimnastiğe benziyor. Kaslarınız ne kadar esnekse, dengenizi ne kadar hızlı yeniden kurabiliyorsanız, o kadar uzun süre oyunda kalıyorsunuz. Yeni dünya düzeni, bir “akrobatik siyaset” çağrısıdır.
Bu yalnızca bir taktik değil, yeni bir felsefe.
Yeni felsefe – akrobatik realizm
Artık dış politikada sabit ezberleri değil, değişken denklemli stratejileri konuşmalıyız. Yeni felsefenin adı: Akrobatik Realizm.
Bu, köksüzlük değil. Tarafsızlık hiç değil. Üçlü beşli oynamaya tarafsınız bu oyunda. Rakipleriniz de taraf.
Bu, konjonktürün gerektirdiği refleksleri zamanında geliştirme sanatı.
Artık mesele “kiminle olduğumuz” değil; neden, ne zaman ve hangi koşulla birlikte hareket ettiğimiz.
Yeni dünya dansında ayakta kalanlar; partnerini değiştirmekten korkmayan ama ritmini asla kaybetmeyenler olacak.
Türkiye bu oyunda yalnızca dans etmek zorunda değil. Kendi koreografisini de yazabilir, hatta dansın kurallarını yeniden tanımlayabilir.
Ama bunun için geçmişin ezberlerini, eski çağların siyah-beyaz düşünce kalıplarını geride bırakmaya devam etmesi gerekiyor. Çünkü mesele yalnızca diplomasi değil; köklü bir zihinsel dönüşüm meselesi. Yeni dünyada ayakta kalmak artık kas gücüyle değil, zihin esnekliğiyle mümkün.
Bu nedenle Türkiye’nin asıl ihtiyacı, hamasetten arınmış, refleksleri kuvvetli ve akışkan zekâya dayanan stratejiler. Bakın strateji değil, stratejiler. Çokça.
Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, sabit kodlarla düşünmek değil; anlamı sürekli değişen bir dünyada, anlamı yeniden kurabilmek. Ve sonra, o anlamı zamanı geldiğinde terk edebilmek.
Sonra yeniden kurmak. Yeniden. Sonra yine.
İsrail Google teknolojisiyle Filistinlileri hedef mi alıyor?
İsrail hükümeti ile Google ve Amazon arasında yapılan askeri dijital işbirliği projesi Project Nimbus için 1.2 milyar dolar ödendi. Yeni ortaya çıkan Google iç yazışmaları, İsrail’in yapay zeka destekli teknolojiyi Filistinlilere karşı kontrolsüz şekilde kullanabileceği endişesini ortaya koyuyor
Araştırmacı gazetecilik yapan haber sitesi The Intercept, Google’ın iç belgelerinin, teknoloji devinin İsrail’in teknolojisini Filistinlilere zarar vermek için nasıl kullanacağını izleyemeyeceğinden korktuğunu gösterdiğini yazdı. The Intercept’in elde ettiği gizli bir iç rapora göre, Google, İsrail ile kârlı ve tartışmalı Project Nimbus anlaşmasını imzalamadan önce, bu ülkenin ve ordusunun güçlü bulut bilişim teknolojisini nasıl kullanacağını kontrol edemeyeceğini biliyordu.
Raporda, teknoloji devinin, uzun süredir sistematik insan hakları ihlalleri ve savaş suçlarıyla suçlanan bir ülkeye en son teknolojiye sahip bulut ve makine öğrenimi araçları sağlamanın riskini ne ölçüde anladığı açıkça belirtiliyor. Google’ın, İsrail’in yazılımını Filistinlilere zarar vermek için kullanmasını tam olarak izleyemeyecek ve engelleyemeyecek olmakla kalmayacağını ifade eden rapor ayrıca sözleşmenin Google’ı, İsrail’in teknolojisini kullanmasına ilişkin diğer ülkelerin cezai soruşturmalarını engellemeye mecbur bırakabileceğini de belirtiyor. Ayrıca, Google’ın diğer ülkelerle yaptığı anlaşmalarda eşi görülmemiş bir şekilde, ortak tatbikatlar ve istihbarat paylaşımı da dahil olmak üzere İsrail güvenlik kurumlarıyla yakın işbirliği gerektireceği anlaşılıyor.
Belgelere göre anlaşmayı incelemek için Google’ın görevlendirdiği üçüncü taraf bir danışman, bu risk faktörleri nedeniyle şirketin İsrail’e makine öğrenimi ve yapay zeka araçlarını vermemesini tavsiye etti.
Uluslararası hukuk ihlali
The Intercept ile konuşan üç uluslararası hukuk uzmanı, Google’ın risklerin farkında olması ve standart durum tespiti yapamayacağını önceden bilmesi nedeniyle şirketin yasal sorumlulukla karşı karşıya kalabileceğini söyledi.
Raporda yer alan bazı bölümleri inceleyen, Lahey’deki Asser Uluslararası ve Avrupa Hukuku Enstitüsü’nden avukat Leon Castellanos-Jankiewicz, “Ürünlerinin hak ihlallerinde kullanılabileceği riskinin farkındalar” dedi ve ekledi: “Aynı zamanda, bu riskleri tespit etme ve nihayetinde azaltma konusunda sınırlı bir yetkiye sahipler.”
İç yazışmanın bazı bölümleri ilk olarak New York Times tarafından yayınlandı, ancak Google’ın İsrail’in araçlarını kullanmasını denetleyemediğini kabul etmesi daha önce açıklanmamıştı.
2021 yılının ocak ayında, Google’ın Amazon ile birlikte Nimbus ihalesini kazanmasından sadece üç ay önce, şirketin bulut bilişim yöneticileri bir ikilemle karşı karşıya kaldı.
O zamanlar Google’da “Selenite” kod adıyla anılan Project Nimbus sözleşmesi, açıkça para kazandıracak bir projeydi. Bu girişimin risk ve getirilerini değerlendiren rapora göre, Google, İsrail’in egemenliği ve yasalarına tabi olacak, İsrail için özel olarak tasarlanmış bir bulut veri merkezinin 2023 ile 2027 yılları arasında sadece İsrail ordusuna değil, aynı zamanda finans sektörüne ve ilaç devi Teva gibi şirketlere de satış yaparak 3.3 milyar dolar gelir elde edebileceğini tahmin ediyordu.
Ancak, İsrail ordusu ve istihbarat güçlerinin on yıllardır uluslararası hukuku ihlal ettiği göz önüne alındığında, şirket anlaşmanın tehlikesiz olmadığını kabul etti. Şirket, “Google Cloud Services, Batı Şeria’daki İsrail faaliyetleri de dahil olmak üzere insan hakları ihlallerinin kolaylaştırılması için kullanılabilir veya bunlarla bağlantılı olabilir” diyerek bunun “itibar kaybına” yol açabileceği uyarısında bulundu. Raporda Google, Filistinlilerin insan hakları ve Google’ın kamu imajı açısından bu riskleri azaltmanın aciliyetini kabul etti ve belirli yıkım ve suç eylemlerini yasaklayan şirketin hizmet şartlarının titizlikle uygulanmasıyla bu risklerin azaltılacağını belirtti.
Ancak rapor, herhangi bir denetim girişimine yönelik ciddi bir engeli açıkça ortaya koyuyor: Project Nimbus sözleşmesi, Google’ın müşterisinin tam olarak ne yaptığını büyük ölçüde gizli tutacak ve herhangi bir suistimal ortaya çıkması durumunda, bu konuda herhangi bir önlem almasını engelleyecek şekilde yazılmış.
23 yıl uzatma imkanı
Google, yazılımının nasıl kullanılacağı konusunda “çok sınırlı bir görünürlük” elde edecek. Buna göre, “Hükümetin (Savunma Bakanlığı ve İsrail Güvenlik Ajansı dahil) buluta taşımayı seçtiği hizmet ve bilgi türlerini kısıtlamasına izin verilmedi”.
Belgede, İsrail ordusu veya istihbarat kurumlarının Google Cloud’u Google’a zarar verecek şekilde kullanmasını engelleme girişimlerinin “müşterilerin, kendilerine uygulanabilir yasaları ihlal etmemek kaydıyla hizmetleri herhangi bir nedenle kullanma hakkına sahip olması nedeniyle ihale şartları tarafından kısıtlanabileceği” belirtiliyor. Raporun ilerleyen bölümlerinde, Project Nimbus’un, ABD gibi Roma Statüsü’ne taraf olmayan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni tanımayan İsrail’in münhasır yargı yetkisi altında olacağı belirtiliyor: “Google, İsrail makamlarına danışmadan ve bazı durumlarda onların onayı olmadan kolluk kuvvetlerinin bilgi paylaşımı taleplerine yanıt vermemelidir, aksi takdirde uluslararası yasal emirleri/yasaları ihlal etmiş oluruz.”
The Intercept’in de gördüğü, şirketin ihaleyi kazandıktan sonra hazırlanan bir sonraki iç rapora göre, sözleşme Google’ın “hassas hükümet verilerini korumak için özel ve sıkı süreçler uygulamayı” gerektiriyor. Bu yükümlülük, yasayı ihlal etmek anlamına gelse bile geçerli olacak: “Google, İsrail makamlarına danışmadan ve bazı durumlarda onların onayı olmadan kolluk kuvvetlerinin bilgi paylaşımı taleplerine yanıt vermemelidir, aksi takdirde uluslararası yasal emirleri/yasayı ihlal etmiş oluruz.”
İkinci raporda, Nimbus anlaşmasının bir başka ağır koşulu daha belirtiliyor: “İsrail sözleşmeyi 23 yıla kadar uzatabilir ve Google’ın sözleşmeden çekilme imkanı sınırlıdır.”
Google’ın ilk iç raporu, şirketin İsrail’in teknolojisini nasıl kullanabileceğinden endişe duyduğunu açıkça ortaya koyuyor. “Google Cloud ihaleye devam ederse, Google Cloud hizmetlerinin insan hakları ihlallerinin kolaylaştırılması için kullanılmasını veya bunlarla bağlantılı olmasını önlemek için ek garantiler alınmasını öneririz.”
Bu tür garantilerin verilmiş olup olmadığı belli değil.
Google tatbikata katılıyor
Google, sözleşmenin “silahlar veya istihbarat hizmetleriyle ilgili son derece hassas, gizli veya askeri iş yüklerine yönelik olmadığını” belirterek Project Nimbus’u uzun süredir savunuyor. İç belgelerde, Project Nimbus’un Savunma Bakanlığı ve ülkenin FBI’a eşdeğer güvenlik kurumu Shin Bet’ten gelen gizli olmayan iş yüklerini içereceği belirtiliyor. Bir rapora göre, gizli iş yükleri, “Natrolite” kod adlı ikinci bir ayrı sözleşme kapsamında ele alınacak. Google, gizli Natrolite projesine katılımı hakkında sorulduğunda yanıt vermedi.
Her iki belge de, Project Nimbus’un Google içinde bir gizli ekip oluşturulması yoluyla Google ve İsrail devleti arasında derin bir işbirliği gerektirdiğini belirtiyor. Bu ekip, “İsrail tarafından (Google) ile paylaşılamayacak bilgileri almak” üzere tasarlanmış, güvenlik iznine sahip şirket içindeki İsrail vatandaşlarından oluşuyor. İlk raporda, Google’ın gizli ekibinin “hükümet güvenlik kurumlarıyla özel eğitimlere” ve “belirli tehditlere göre hazırlanmış ortak tatbikat ve senaryolara” katılacağı belirtiliyor.
Çin savaş sistemleri Batı’yı geçti mi?
Hindistan Hava Kuvvetleri’ne ait en az bir Fransız Rafale savaş uçağı Pakistan’ın kullandığı Çin yapımı savaş uçağı, füzesi ve radar sistemiyle düşürüldü. Bu, savaşlarda düşen ilk Rafale olunca askeri çevrelerde bir şok dalgası yükseldi ve yukarıdaki soru gündeme geldi
A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült
Her gün aynı saatte, en önemli gelişmeler e-posta kutunda! Şimdi ücretsiz üye ol, gündemi kaçırma!
Pakistan ve Hindistan, 6 ve 7 Mayıs geceleri arasında 21. yüzyılın en şiddetli hava savaşına girdi. 125 savaş uçağı gökyüzüne yükseldi ve sayı üstünlüğü Hindistan’ın lehineydi. Toz dindiğinde ve savaşın sisi dağıldığında, Pakistan’ın Hindistan Hava Kuvvetleri’ne ait beş uçağı düşürdüğü iddiası - iddiaya göre bunlardan üçü Fransız Rafale savaş uçaklarıydı - küresel askeri çevrelerde şok dalgası yarattı. Fransız yapımı 4.5’inci nesil Rafale’nin, gökyüzüne çıktığından bu yana ilk kez savaşta düşürülmesi, başlı başına haber değeri taşıyordu. Ancak Pakistan’ın iddia ettiği düşürmelerden daha da dikkat çeken, bunları gerçekleştirmek için kullandığı teknolojiydi: Çin yapımı savaş uçakları, füzeler, radar ve elektronik savaş sistemleri.
Pakistan’ın yeni aldığı Çin malı J-10CE savaş uçağının bir Rafale’yi düşürdüğüne dair haberler yayılırken, Çinli havacılık şirketi Chengdu’nun hisseleri sadece iki günde yüzde 40’ın üzerinde değer kazandı.
Royal United Services Institute (RUSI) araştırma görevlisi Walter Ladwig, Newsweek’e verdiği demeçte “Rafale çok modern bir uçak ve Hindistan’ın silah envanterindeki en üst düzey savaş uçağıdır. Hindistan’ın bu uçağı satın alması, hava kuvvetlerinin modernizasyonunun mihenk taşıydı” dedi.
Washington DC’deki Stimson Center’da Çin askeri uzmanı olan Yun Sun, Financial Times’ta yayınlanan bir makalede, uçağın son teknoloji Çin savaş uçağı tarafından düşürülme olasılığının Pekin için “hoş bir sürpriz” olduğunu belirtti. Sun, “Gerçek bir savaş durumundan daha iyi reklam olamaz... Sonuç oldukça çarpıcı” dedi.
Financial Times’ın haberine göre, Çin’in Batılı rakiplerinin savunma ataşeleri, Hindistan’ın J-10CE’nin savaş modundaki radar ve elektronik izlerini paylaşması için “sabırsızlanıyordu”, böylece kendi hava savunma sistemlerini buna göre eğitebileceklerdi.
Çin medyasından övgü
Yale Üniversitesi Güney Asya Çalışmaları programında öğretim görevlisi olan Sushant Singh, Financial Times’a yaptığı açıklamada, “Bu, en önemli küresel boyut. Çin askeri teçhizatı ilk kez Batı’nın en üst düzey sistemlerine karşı test ediliyor” dedi: “Sonuç ne olursa olsun, nihai hesaplaşma Tayvan ve Batılı savunma şirketlerinin Çin’in düşük maliyetli ve yüksek teknolojili yeteneklerine nasıl tepki vereceği açısından önemli olacak.”
The Telegraph’a konuşan, Çin’in devlet gazetesi Global Times’ın eski editörü Hu Xijin, çatışmanın “Çin’in askeri üretim seviyesinin Rusya ve Fransa’yı tamamen aştığını” gösterdiğini belirterek, Tayvan’ın artık “daha da korkması gerektiğini” ekledi.
Çin için bu çatışma, sadece uçakları değil, donanımını da test etti - örneğin, uçakların donanımında bulunan aktif elektronik taramalı dizi (AESA) radar sistemi ve silahlanabileceği PL-15 görüş ötesi menzilli (BVR) havadan havaya füzeleri de…
Pakistan Hava Operasyonları Başkan Yardımcısı Aurangzeb Ahmed, çatışmada PL-15 füzesinin varyantlarının kullanıldığını doğruladı. Bir saat süren hava savaşının “okullarda inceleneceğini” övünerek söyleyen Ahmed, “Bu adamlara biraz akıl verdik” diye ekledi.
‘Son derece önemli’
RUSI araştırmacısı Robert Tollast, Financial Times’a PL-15 füzesinin kullanımının “son derece önemli” olabileceğini söyledi.
Tollast, “Eğer doğrulanırsa, Çin yapımı bir AESA’nın görüş ötesi menzilli bir füzeyle birlikte savaşta kullanıldığını görmüş olacağız” dedi. Batı ülkeleri ve Rusya, kendi AESA’larını onlarca yıldır test ediyor, ancak bu tek çatışmadan elde edilen ayrıntılar - örneğin, her vuruşta kaç füze ateşlendiği - “Çin’in sistemlerinin yeteneklerini değerlendirmesi açısından son derece yararlı olabilir” diye ekledi.
Çin’in askeri gelişmeler konusunda uzman Rick Joe’ya göre, Pakistan-Hindistan hava çatışması, gerçek öldürme sayısından bağımsız olarak, hem genel halk hem de eski şüpheciler arasında Çin’in taktik hava yeteneklerinin profilini önemli ölçüde artırdı. Joe, The Express Tribune’a verdiği demeçte, “Çin’in savunma sektörünü ciddi bir şekilde takip edenler için, J-10C ve PL-15’in reklamı yapıldığı gibi performans göstermesi şaşırtıcı olmamalı” dedi.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü ve Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün tahminlerine göre, Pakistan’ın askeri teçhizatının yaklaşık yüzde 81’i Çin menşeli olup, 400 kişilik hava kuvvetleri filosunun yarısından fazlasını oluşturuyor.
Trump, NATO’da yüzde 5’ten geri adım atmıyor
Trump, tüm NATO müttefiklerinin GSYİH’sinin yüzde 5’ini savunmaya harcamasını istiyor. Mevcut olarak yüzde 2’lik sınırı bile karşılamayan ülkeler var
A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült
Her gün aynı saatte, en önemli gelişmeler e-posta kutunda! Şimdi ücretsiz üye ol, gündemi kaçırma!
ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Matthew Whitaker, tüm NATO üyelerinin GSYİH’lerinin yüzde 5’ini savunmaya harcamalarını istediklerini ve bundan geri adım atmayacaklarını vurguladı. Türkiye, mevcut olarak GSYİH’sinin yüzde 2.09’unu savunmaya harcıyor. Bu hafta aralarında Oksijen’in de bulunduğu bir grup gazetenin temsilcileriyle bir çevrimiçi toplantıda bir araya gelen Whitaker, ABD Başkanı Donald Trump’ın tüm müttefiklerden yüzde 5 talebini tekrar dile getirdi. Whitaker, bu hafta Antalya’da yapılacak NATO gayriresmi dışişleri bakanları toplantısında müttefiklerin bu rakama nasıl ulaşacaklarına dair planlarını soracaklarını belirtti.
Whitaker, “ABD’de savunma üretimini artırıyoruz ve müttefiklerimizi ve ortaklarımızı da aynısını yapmaya teşvik ediyoruz. Transatlantik savunma sanayi işbirliğini güçlendirmek için birlikte çalışırken, savunma sanayi kapasiteleri Amerikan savunma teknolojisi firmalarına adil muameleyi de içermelidir. AB savunma girişimlerinden AB üyesi olmayan sanayileri dışlamak, NATO’nun birlikte çalışabilirliğini zayıflatacak, Avrupa’nın yeniden silahlanmasını yavaşlatacak, maliyetleri artıracak ve yeniliği engelleyecektir” dedi.
Toplantıda, “ABD yüzde 5 konusunda ısrarcı mı? Yoksa yüzde 3.5’i kabul ettirmek için müzakereleri yukarıdan mı başlatıyorsunuz?” diye sorulduğunda Whitaker, “Hayır, bizim sayımız yüzde 5. Müttefiklerimizden gerçekten savunma umurlarındaymış gibi yatırım yapmalarını istiyoruz. Denizde, karada, havada; konvansiyonel ve nükleer becerikli ordular istiyorsak çok para harcanması gerekecek” diye konuştu.
Yüzde 5’e yaklaşan yok
NATO’nun içinde şu anda GSYİH’nin yüzde 5’ini savunmaya harcayan bir ülke yok. Yıllardır Rus işgali korkusuyla yaşayan Polonya, yüzde 4.12 ile en çok payı ayıran ülke. Onu yüzde 3.43 ile Estonya, yüzde 3.38 ile ABD takip ediyor. Türkiye mevcut olarak belirlenen sınır olan yüzde 2’nin üzerinde, yüzde 2.09 ile 19. sırada.
NATO’nun 2024 verilerine göre Hırvatistan, Portekiz, İtalya, Kanada, Belçika, Lüksemburg, Slovenya ve İspanya ise şu anda geçerli olan yüzde 2’lik sınırın da altında.
İznik Konsili’ odaklı ziyaret ne anlama geliyor
Yeni papanın eğitim gördüğü Villanova Üniversitesi’nde ders veren Katolik Kilisesi uzmanı Prof. Faggioli, Türkiye’ye böyle bir ziyaretin hem dini açıdan hem de uluslararası konjonktür bakımından çok önemli olabileceğini söylüyor
Mart 2013’te Vatikan’da kilit altında toplanan kardinaller Arjantinli Jorge Mario Bergoglio’yu papa ilan ettiğinde Katolik Kilisesi için ilklerle dolu bir dönem başlamıştı. Amerika kıtasından gelen ilk papa olan Francesco’nun geçen ay hayatını kaybetmesinin ardından yapılan yeni seçimle 8 Mayıs’ta bu görevi devralan Robert Francis Prevost da ilk ABD’li papa olarak bir tabuyu yıktı.
Papa seçilmeden önce nispeten gelenekselci bir figür olarak tanınan Francesco’nun papalık dönemi ise muhafazakar kanattan zaman zaman sert tepki çeken “ilerici” reformlarla anılıyor. 14. Leone (Levon) adını alan Prevost da sosyal konulara yaklaşımda selefinin devamı olarak görülse de Kilise’nin ahlaki öğretileri gibi muhafazakarların hassas noktaları konusunda Francesco’ya kıyasla daha “orta yolcu” görüntüsü çiziyor.
Francesco’nun, dinler ve farklı Hristiyan mezhepleri arasındaki bağı güçlendirme çabalarının da 14. Levon döneminde ne yön alacağı merakla takip ediliyor. Papa Francesco, Hristiyan dünyası için tarihi önem taşıyan İznik Konsili’nin 1700. yıldönümü için Türkiye’yi ziyaret edebilmeyi arzuluyordu. Halefinin de ilk yurtdışı ziyaretlerinden birini bu vesileyle Türkiye’ye yapabileceği konuşuluyor.
Yeni papa döneminin ilk günlerden dikkat çeken unsurlarını ve 14. Levon’un olası bir Türkiye ziyaretinin anlamını, Katolik Kilisesi uzmanı profesör-yazar Massimo Faggioli ile konuştuk. Papa 14. Levon’un da eğitim aldığı ABD’deki Villanova Üniversitesi’nde ilahiyat ve din çalışmaları eğitimi veren Faggioli “coğrafi olarak da siyasi olarak da dünyanın iki farklı kesiminin ortasındaki” Türkiye’ye böyle bir ziyaretin hem dini açıdan hem de uluslararası konjonktür bakımından çok önemli olabileceğini söylüyor.
Yeni papanın sizin de ders verdiğiniz üniversitede eğitim görmüş olmasından yola çıkarak Papa Prevost’un formasyonu, aynı zamanda Aziz Augustine tarikatından ilk papa olması sizce nasıl bir anlam taşıyor?
Augustine tarikatı ile Cizvitler (önceki papa Francesco’nun bağlı olduğu tarikat) iki farklı geçmişe, iki farklı teolojik görüşe sahip. Ayrıca Prevost, matematik ve felsefe okumuş, sonra teolojiye geçmiş ve Kilise hukuku eğitimi almış biri. Henüz gençken de misyoner olmayı seçti. Tarikatın yöneticiliğini yaptı.Önemli bir husus da Chicago’dan gelmesi. Chicago, Amerikan Katolikliği için önemli şehirlerden biri. Kendisi ABD’li bir Katolik ama ABD’li bir papadan ziyade, ABD’de doğmuş bir papa. Ailesinde, büyükanne büyükbabalarında Avrupa, Creole kökleri var.
Kısacası, bugün küresel Katolikliğin yüzü gibi. Bu (papa seçiminde) diğer kardinallerde bulunması zor bir birleşimdi.
Ben de buna değinmek istiyordum. Katolik Kilisesi için ABD’li bir papanın bir tabu olduğu söylenirdi ama nihayetinde kardinaller ABD’li birini seçti. Sizce seçici kardinalleri, ABD’li de olsa Prevost’un papa olabileceğine ikna eden ne oldu?
Dünyanın en büyük süper-gücünden birinin papa olamayacağı yönünde bir tabu vardı, ama bu tabunun yerleştiği zamanlara kıyaslara uluslararası durum çok değişti. Bugün artık ABD’nin nereye gittiğini, nasıl bir demokrasiye evrildiğini, kiminle ittifak yaptığını bilmiyoruz. Bu, tabunun yıkılmasında etkili. Bugün gerçek süper güçler değişmekte, Çin, Hindistan da süper güç. Dolayısıyla artık tek süper güç olmayan ABD’den bir papa seçilmesi de daha normal.
Ama jeopolitik gelişmelerin yanında, Prevost’un şahsi niteliklerini de saymak lazım. Son iki yıldır Vatikan’da çok önemli bir roldeydi, piskoposların atanmasıyla ilgilenen bölümün başındaki kardinaldi ve birçok kardinali çok iyi tanıyordu. Yani kendisinin insani değeri, eski bir tabuyu, eski bir paradigmayı yendi.
Prevost papalığa seçilir seçilmez Trump kutlama mesajı yayımladı, bunu ABD için büyük onur diye niteledi. Ancak hemen sonra MAGA kampından bazı şahsiyetler öfkeli mesajlar verdi, Prevost’u “woke” diye eleştirdi. ABD’li ilk papanın bu ABD yönetimiyle nasıl bir ilişkisi olmasını bekleyebiliriz?
Bu aşamada buna cevap vermek zor, bilmiyoruz, göreceğiz. Prevost’un ABD yönetimini göç konusunda eleştirdiğini biliyoruz ama o zamanlar henüz papa değildi.
Ama papanın ABD’den olmasının şöyle bir yeni etkisi olacak: ABD’li piskoposlar Papa Francesco ile zorlu bir ilişki yaşadılar. Prevost ise hem onlarla hem de ABD hükümetiyle, medyasıyla doğrudan iletişim kurabilecek, aracılara ihtiyacı olmayacak. Onları zaten tanıyor. ABD’deki Katolik dünyası, tüm Katolik Kilisesi’ni çeşitli şekillerde etkileyebilecek çok nüfuzlu, çok zengin insanlara sahip.
Ama kendisinden beklenti biraz fazla yüksek gibi görünüyor: “Bizi Trump’tan kurtaracak” düşüncesi gerçekçi değil. Yine de Katolik Kilisesi’nin papası olarak önemli sinyaller verebilir.
Bir de papalık makamına gelmenin çizgi değiştirmeye yol açtığı da söylenir…
Evet, evet. Pozisyon bunu gerektirebiliyor.
Ancak ilk işaretlerden, yeni papanın en azından bazı argümanlar açısından, Papa Francesco’nun yoksullara, göçmenlere yakınlık gibi konulardaki çizgisini izlediği anlaşılıyor. Bir yandan da, LGBT gibi konularda gericileri rahatsız eden reformist çizgide değil gibi. Prevost için “üçüncü yol”, ilericilerle gericiler arasındaki orta yolun papası diyebilir miyiz?
Mümkündür. Ama biraz bekleyip görmemiz gerek. Temel soru şu ki, Papa Francesco’nun bir istisna mı, bir parantez mi olduğunu, yoksa bazı emsaller mi yarattığını anlayacağız. Ben seçici kardinallerin Papa Francesco ile devamlılık yönünde temel bir tercih yaptığına inanıyorum.
Bazıları Papa 14. Leone için, (son 3 papa) 2. Giovanni Paolo, 16. Benedetto ve Francesco’nun bir karışımı diyor. Bunun kesinlikle doğru olduğunu düşünüyorum. Ama en önemlisi, son 40 yıldır gördüğümüz en genç papa olması. Kendisi genç, enerjik, dünya kilisesini çok iyi tanıyan, Vatikan’ı da bilen bir papa. Ama detaylara gelince, yani kadınlar, LGBT vs., şu anda bir şey söylemek zor.
Peki, diğer dinlerle veya Hristiyanlığın diğer mezhepleriyle ilişkiler konusunda Francesco çizgisinin devamını görebilir miyiz? Yeni papanın ilk yurtdışı ziyaretinin tarihi İznik Konsili’nin yıldönümü dolayısıyla Türkiye’ye olabileceği söyleniyor örneğin.
Evet. Bu ziyaretin çok ilgi çekici olacağını düşünüyorum.
Diğer dinlerle ilişkiler her papanın yapması gereken bir şey. Bu konuda belki diğerlerinden daha şüpheci olan 16. Benedetto bile örneğin diğer dinlerin temsilcileriyle dua etmek için Assisi’ye gitmişti.Leone’nin de kendi tarzında böyle işler yapacağını düşünüyorum. Kendisi de İkinci Vatikan Konsili’ne olan sadakatinden bahsetti, bu bir gösterge.
Türkiye’ye böyle bir ziyaretin anlamı ve etkisi ne olur?
Bu ziyaret özellikle dini anlam taşıyor çünkü İznik Konsili odaklı. Ama dini olmayan bir yanı da var. Türkiye Katolik bir ülke değil, küresel İslam’ın parçası olan bir devlet. Rusya-Ukrayna sorununda önemli bir rol üstleniyor. Avrupa ve Orta Doğu meselelerinin de merkezinde. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Türk tarihinin bir parçası. Coğrafi olarak da siyasi olarak da dünyanın iki farklı kesiminin ortasındaki bir ülke Türkiye. Bu yüzden ilk seyahatin Türkiye’ye olması ilgi çekici olur. Bence orada, birçok önemli şey söyleme, birçok şey yapma fırsatına sahip olabilir. Göreceğiz.
İznik Konsili nedir?
Roma İmparatoru Konstantin tarafından Mayıs 325’te bugünkü İznik’te düzenlenen toplantı, Hristiyan dünyası için “ekümenik” (evrensel) vasfı taşıyan ilk konsildi. 300 kadar piskoposun katılımıyla yapılan toplantı, Hristiyan inancının bazı kilit unsurları açısından bir dönüm noktası olarak görülüyor. Bunların başında, İsa’nın tanrısallığıyla ilgili tartışmalara son verilmesi yer alıyor. Bugün bir papanın bu konsilin yıldönümü etkinliklerine katılması, Katolik-Ortodoks kiliseleri arasındaki ayrılık sonrası yakınlaşma çabaları açısından sembolik olmanın ötesinde bir adım olarak görülüyor.
Comments