Notlar 2
- mutlunecmettin
- 9 May
- 24 dakikada okunur
Zelenski: Ukrayna ile ABD arasındaki ilişkilerde bu kadar ümit verici bir ekonomik anlaşma olmamıştı
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, "Ukrayna ile ABD arasındaki ilişkilerde bu kadar ümit verici bir ekonomik anlaşma olmamıştı" dedi
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, sosyal medya hesabından yaptığı yazılı açıklamada, ABD Başkanı Donald Trump ile telefonda görüştüğünü belirterek, “Başkan Trump'la güzel bir görüşme yaptık” ifadesini kullandı.
Zelenski, Ukrayna Parlamentosu’nun, ABD-Ukrayna ‘ekonomik ortaklık’ anlaşmasını onaylamasını memnuniyetle karşıladıklarını bildirdi. Savaşın sona erdirilmesine yönelik çalışmaları görüştüklerini vurgulayan Zelenski, cephedeki son gelişmeler hakkında Trump'a bilgi verdiğini kaydetti.
Trump'a, Ukrayna'nın bugün itibarıyla bile 30 günlük ateşkese hazır olduğunu söylediğini aktaran Zelenski, “Rusya'nın bu öneriye olumlu yanıt vereceğini umuyoruz. Ayrıca Ukrayna'nın her türlü formatta müzakerelere hazır olduğunu teyit ettim” değerlendirmesinde bulundu.
Zelenski iki ülke arasında imzalanan ‘ekonomik ortaklık’ anlaşmasıyla ilgili de “Ukrayna ile ABD arasındaki ilişkilerde hiçbir zaman bu kadar ümit verici bir ekonomik anlaşma olmamıştı” dedi.
Kaynak: AA
Trump'ın Netanyahu'ya karşı sabrı tükendi'
İsrail basını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya karşı "hayal kırıklığına uğradığını" ve "sabrının tükendiğini" yazdı
ABD'nin İran ile nükleer müzakerelere başlaması, Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz'ın görevden alınması ve son olarak Yemen'deki Husilerle ateşkese varılması, "Trump ile Netanyahu arasındaki soruna işaret ettiği" şeklinde yorumlandı.
ABD Başkanı Trump'ın, İsrail Başbakanı Netanyahu'nun tavrından dolayı öfkeli olduğu belirtildi.
Trump, Orta Doğu'da Netanyahu'suz ilerlemeye karar verdi
Israel Hayom gazetesinden Ariel Kahane, ABD Başkanı'na yakın kaynaklara dayandırarak Trump'ın Netanyahu'ya karşı hayal kırıklığına uğradığını ve Orta Doğu'da onsuz ilerleme kararı verdiğini yazdı.
Kahane, Trump'ın Netanyahu ve adamlarının görevden alınan Ulusal Güvenlik Danışmanı Waltz'ı İran'a saldırıya zorlama girişimine öfkelendiğini ve sabrının tükendiğini aktardı.
Trump'ın Netanyahu'nun tutumundan dolayı Orta Doğu'daki hamlelerini onsuz yapacağını belirten Kahane, ABD Başkanı'nın özellikle Suudi Arabistan konusunda önemli kararlar üzerinde çalıştığını kaydetti.
Kahane, ABD'nin Yemen'deki Husilerle ateşkese varmasının söz konusu öfkenin ilanı olduğu değerlendirmesinde bulundu.
"Trump'ın Netanyahu'yu pek önemsemediği artık çok acık"
Walla haber sitesinde, Netanyahu ile Trump arasındaki ilişkiyi değerlendiren Barak Ravid'e göre, Husilerle varılan anlaşma Trump ile Netanyahu arasında ciddi bir koordinasyon ve güven sorunu olduğunu ortaya koydu.
Ravid, İsrail'in ABD ile İran arasında yeni bir nükleer anlaşmaya ilişkin müzakereleri etkileme kabiliyetinin artık oldukça sınırlı göründüğünü belirterek Tel Aviv yönetiminin Husilerle yapılan anlaşmanın hiçbir safhasından haberdar olmadığına dikkati çekti.
İsrailli yetkililerin "Trump bizi şaşırttı", "Anlaşmayı televizyondan duyduk" gibi ifadeler kullandığına işaret eden Ravid, Netanyahu'nun ABD ile ilişkileri yürütmesi için görevlendirdiği Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer'in hem İran, hem Gazze'ye saldırılar ve insani yardım, hem de esirler meselesinde başarısız olduğu yorumunu yaptı.
Ravid, Husilerle ateşkesin İsrail'i içermediğinin ve ABD'nin Husilerin İsrail'e yönelik saldırılarına sessiz kaldığının altını çizdi.
ABD'nin Husiler konusundaki tutumunun İran'la anlaşma konusunda da İsrail için endişe kaynağı olacağını belirten Ravid, "Trump'ın Netanyahu'yu pek önemsemediği ve ona danışmak ya da görüşlerini dikkate almak zorunda hissetmediği artık çok açık" ifadelerini kullandı.
İsrail Ordu Radyosu'na göre, Trump, Netanyahu ile teması kesme kararı aldı
İsrail Ordu Radyosu muhabiri Yanir Cozin, X hesabından yaptığı paylaşımda, İsrailli bir yetkiliye dayandırarak ABD Başkanı Trump'ın Netanyahu ile ilişkisini koparma kararı aldığını belirtti.
Cozin'in paylaşımına göre, İsrailli yetkili, Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer'in Cumhuriyetçi senatörlere Trump'ın ne yapması gerektiği konusunda "küstahça" konuşmasının işe yaramadığını söyledi.
Yetkili, çevresindeki kişilerin Trump'a "Netanyahu'nun kendisini manipüle ettiğini" söylediğini aktardı.
Trump'ın "enayi" ve "kendisiyle oynanan biri" olarak gösterilmekten daha fazla nefret ettiği bir şey olmadığını belirten yetkili, "O da Netanyahu ile teması kesmeye karar verdi" dedi.
Cozin, ABD'nin İsrail'le kötüleşen ilişkisinin kaynağı olarak, Tel Aviv yönetiminin İran ve Husiler konusunda somut bir plan ve takvim sunamamasına işaret etti.
İsrail Ordu Radyosu muhabiri, Netanyahu hükümetinin Gazze konusunda da somut öneri getiremediğine dikkati çekerek "Gazze'de de göreceğiz" ifadesini kullandı.
ABD ile Husiler arasında sağlanan ateşkes
Umman Dışişleri Bakanı Bedir el-Busaidi, ABD ile Yemen'in başkenti Sana merkezli Husiler arasında Kızıldeniz ile Babu'l Mendeb Boğazı'nda saldırılara son verilmesi konusunda ateşkes sağlandığını açıklamıştı.
ABD Başkanı Donald Trump, "Husiler artık savaşmak istemediklerini açıkladılar. Biz de buna saygı duyacağız ve onları bombalamayı durduracağız. Teslim oldular, artık gemileri havaya uçurmayacaklarını söylüyorlar" ifadelerini kullanmıştı.
İsrail devlet televizyonu KAN'a konuşan İsrailli yetkililer, ABD Başkanı Donald Trump'ın Husileri bombalamayı durduracakları açıklamasının Tel Aviv yönetiminde "şok etkisi" oluşturduğunu aktarmıştı.
İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD'nin Husilerle ateşkes yapmasına karşın Yemen'i hedef almaya devam edeceklerini söylemişti.
Kaynak: AA
Suriye fiilen dört parça oldu
A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült
Her gün aynı saatte, en önemli gelişmeler e-posta kutunda! Şimdi ücretsiz üye ol, gündemi kaçırma!
Esad sonrası Suriye’de yeni yönetim gücünü tam anlamıyla konsolide edebilmiş değil. Merkezi hükümet birçok büyük şehri kontrol etse de Kuzey ve Doğu Suriye’de hâlâ SDG etkili, güneyde Dürziler kontrolde gözükse de perde arkasında İsrail var, kuzeyde ise Türkiye destekli milisler bulunmaya devam ediyor.Bir dizi saldırıda hedef alınan Dürzilere yönelik tehditler sürüyor. Bölgede yaşayan bir aktiviste göre “Halk alarmda ve her an yeni bir gelişme olmasından korkuyor. Toplu kıyım ya da zorunlu yerinden edilme ihtimali ciddi bir endişe kaynağı”. İsrail ise Suriye’de Dürzi toplumunu nüfuz alanı olarak kullanmaya çalışıyor
Sarkis Kassargian
Suriye’de Esad rejiminin çöküşüyle oluşan güç boşluğu, sadece bölgesel aktörleri değil, azınlık toplumlarını da hayatta kalma mücadelesine sürüklüyor. Dürzi toplumunun yaşadığı kriz, Türkiye ve İsrail’in çakışan güvenlik politikalarının gölgesinde derinleşirken, bu gerginlik sahada olası bir vekâlet savaşını da tetikleyebilir.
İsrail, uzun süredir Suriye’deki İran nüfuzunu izlerken, artık Türkiye’nin faaliyetlerini ve bölgedeki kırılgan dengeye olası etkilerini de yakından takip ediyor. Bu doğrultuda, azınlık gruplarını destekleyerek ve Şam yönetimini iç sorunlarla meşgul ederek karşı stratejiler geliştiriyor.
İsrail’in müdahalesi
Suriye’nin dini azınlıklarından olan Dürziler, ağırlıklı olarak ülkenin güneyindeki Süveyda vilayetinde yaşıyor. Daha az sayıda Dürzi nüfus, Şam ve Kuneytra kırsalında, özellikle Golan Tepeleri yakınlarında bulunuyor.
Bir Dürzi liderinin Hz. Muhammed’e hakaret içerdiği iddia edilen kaynağı belirsiz bir ses kaydının sızması, büyük bir öfke dalgasına yol açtı. Geçtiğimiz hafta, hükümet yanlısı milislerle Dürzi silahlı gruplar arasında şiddetli çatışmalar yaşandı.
Durum tırmanarak çatışmalar birden fazla şehre yayılınca, Tel Aviv devreye girerek Rif Şam Valiliği’ndeki Sahnaya kasabasında Dürzi sivillere yönelik saldırıları sürdürdüğü öne sürülen “aşırılıkçı grupları” hedef alan hava saldırıları düzenledi.
Bu çatışmalarda her iki taraftan da onlarca kişi hayatını kaybetti. Gelişmeler üzerine, krizi kontrol altına alma çabaları hız kazandı ve Jaramana ile Sahnaya (Aşrafiye Sahnaya dahil) bölgeleri için ön bir ateşkes anlaşması ilan edildi.
Şam kırsalındaki Sahnaya kasabasında yaşayan bir Dürzi insan hakları aktivisti, Sahnaya Belediye Başkanı Hussam Warour’un Şam’a bağlı genel güvenlik personelini karşılayanlar arasında yer aldığını, ancak aynı akşam güvenlik güçlerinin Warour ve oğlunu tutukladığını, ertesi gün ise cesetlerinin kurşunlanmış halde bulunduğunu aktardı.
Kaynağın verdiği bilgilere göre, Suriye Genel Güvenlik Güçleri, Esad yanlısı kişiler ve Dürzi silahlı grubu “Rical el-Karame” mensuplarının isimlerinin bulunduğu bir listeye sahip. Bu kişilerin tutuklanması çoğunlukla infazla sonuçlanıyor. Bu gelişmeler, Suriye’nin sahil bölgelerinde daha önce yaşanan katliamların tekrarlanmasından endişe eden halk arasında derin korkulara neden oldu.
Aktivist, “Halk alarmda ve her an yeni bir gelişme olmasından korkuyor. Özellikle Dürzilere karşı cihat çağrısı yapan radikal grupların yayılması nedeniyle, toplu kıyım ya da zorunlu yerinden edilme ihtimali ciddi bir endişe kaynağı” dedi.
Aynı korkular, başkent Şam’ın hemen bitişiğindeki Jaramana’da da yaşanıyor. Kentin çevresinde radikal silahlı grupların varlığı gözle görülürken, halk bu tehdit nedeniyle büyük ölçüde göç etmeye başladı.
Güney Şam’daki askeri operasyonların durdurulmasından birkaç saat sonra, Dürzi toplumunun ruhani lideri Şeyh Hikmet el-Hicri, sivilleri korumak için acil ve doğrudan uluslararası müdahale çağrısında bulundu.
Tel Aviv’in Dürzi kartı
İsrail, uzun süredir Suriye’deki Dürzi toplumunu dini ve kabilesel özgünlükleri üzerinden nüfuz alanı olarak kullanmaya çalışıyor. Özellikle sınır bölgelerinde bazı Dürzi aktörlerle güvenlik ve siyasi temaslar kurdu.
Tel Aviv, 2017’de Hader kasabasında Dürzi köylerine saldırı hazırlığında olduğu iddia edilen silahlı gruplara karşı sınırlı operasyonlar düzenleyerek “Dürzileri koruma” söylemini meşrulaştırmıştı. Bugün de aynı söylemi tekrarlayan İsrail, kendi içindeki Dürzi vatandaşlarla kurduğu yakın ilişkileri öne çıkararak Suriye’deki Dürzilere yönelik müdahalelerini gerekçelendiriyor.
Şeyh el-Hicri’nin uluslararası koruma çağrısı, Prens Hasan Yahya el-Atraş’ın sosyal medyada yayınladığı destek mesajıyla da teyit edildi.
Oksijen’e konuşan El-Atraş, “Sahnaya’daki kanlı çatışmalar sonrası gençlerin silah bırakması ve ateşkes anlaşmasına rağmen, verilen sözler tutulmadı ve 70’ten fazla genç infaz edildi. Bu gençlerin birçoğu, başlangıçta silahlı grupların üyesi bile değildi” dedi.
Aktivistlere göre, daha önce Dürzi toplumunun çoğunluğu tarafından reddedilen uluslararası koruma fikri, artık birçok kişi tarafından benimseniyor.
İsrail’in art arda gelen tehditleri ve hava saldırılarının yanı sıra, İsrail’deki Dürzi dini lider Şeyh Muvaffak Tarif’in yayınladığı videoda, hükümetin Suriye’deki Dürzileri koruyacağına dair verdiği güvence, Suriye’deki Dürzi liderler arasında “işbirliği” ve “ihanet” suçlamalarına yol açtı.
Bu suçlamalara yanıt veren El-Atraş, “Bizim veya El-Hicri’nin yaptığı çağrılar, kimliklerinden ötürü katledilme riskiyle karşı karşıya olan azınlıklar için yapılmış çağrılardır. Bu, herhangi bir devlete veya partiye değil, Suriye Anayasası’nın tanıdığı haklara yöneliktir” dedi.
Tüm bu gelişmelerin gölgesinde, Dürzi Ruhani Liderliği (Meşihatü’l-Akl), cumartesi günü Süveyda’daki gerginliği dindirmek amacıyla Şam ile üzerinde uzlaşılan anlaşma maddelerini yayımladı. Üç şeyh -Hikmet el-Hicri, Yusuf Cerbu ve Hammud el-Hinavi- ile vilayet ileri gelenleri ve silahlı grup temsilcileri şu hususlarda mutabakata vardı:
•Daha önce İç Güvenlik Kuvvetleri’nde görev almış personelden oluşan ve sadece Süveyda halkından seçilecek yeni bir iç güvenlik gücünün (polis) ve adli kolluk biriminin göreve başlaması.
•Süveyda, Jaramana, Sahnaya ve Aşrafiye Sahnaya bölgelerindeki kuşatmanın kaldırılması ve hayatın derhal normale dönmesi.
•Şam–Süveyda yolunun güvenliğinin sağlanması ve bu güvenliğin sorumluluğunun doğrudan Şam yetkililerine ait olması.
•Tüm bölgelerde ateşkes sağlanması.
•Bu maddelere aykırı ya da bunları aşan her türlü açıklama, tek taraflı sayılacaktır.
Türkiye-İsrail rekabeti
Suriye dosyası, Türkiye-İsrail ilişkilerinde Filistin meselesine ek olarak yeni bir gerilim kaynağına dönüşüyor.
İsrailli yetkililer, Dürzilerin çoğunlukta olduğu Güney Suriye’de hükümet askerlerinin konuşlandırılmasının doğrudan karşılık bulacağını açıklarken, Ankara ise Suriye’nin yeni devletinin birliğinin temel garantörü olduğunu ileri sürerek, kuzeydoğu ve güneydeki federal yapılanma ile özerk yönetim projelerini reddediyor. Türkiye, İsrail’in tırmandırdığı gerilimin ülkenin derin iç bölünmelerle parçalanmasına yol açacağını savunuyor.
Güneyde Yermuk Vadisi’nden kuzeyde Hermon Dağı eteklerine kadar uzanan yaklaşık 80 kilometrelik Suriye sınır hattında dokuz askeri üs kuran İsrail, bu bölgede üç tugay konuşlandırmış durumda. Günümüzde bu hatta yaklaşık 35.000 Suriyeli, fiilen İsrail denetimi altında yaşıyor.
Ankara, Suriye’deki askeri varlığını stratejik noktalarda kalıcı hale getirmeye çalışırken, İsrail ise sınır boyunca oluşturduğu “tampon bölgeyi” genişletme stratejisini sürdürüyor. Bu durum, kasıtsız bir çatışma ya da sınırlı bir askeri tırmanma riskini artırıyor.
Suriye’nin iç dinamikleri açısından bakıldığında, Türkiye; yeni Suriye hükümetinin temel bileşeni haline gelen Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ile geçmişte kurduğu ilişkiler sayesinde önemli bir nüfuz alanı kazandı. Enerji, elektrik ve yeniden inşa gibi hayati sektörlerde Ankara’nın desteğine ihtiyaç duyan hükümet, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak konumunu pekiştirmesine dolaylı olarak katkı sağladı.
Öte yandan İsrail, Suriye’deki azınlıkları -özellikle Dürziler ve Kürtleri- destekleyerek merkezi hükümetin gücünü zayıflatmayı ve kendi sınırlarına yönelik potansiyel tehditleri bertaraf etmeyi hedefliyor. Geçici Suriye Başkanı Ahmed Şara’nın “uygun koşullar altında” İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye açık olduğu yönündeki açıklamalarına rağmen, Tel Aviv hem Türkiye’nin Suriye’de artan etkisinden hem de Şara’nın bu hassas süreçte Ankara’nın baskılarına direnme kapasitesinden ciddi endişe duyuyor.
Suriyeli siyasi analist Gıyas Azzam, “Dürzi toplumundan hiç kimse İsrail’den koruma talep etmedi ve böyle bir talebi belgeleyen herhangi bir resmi doküman bulunmuyor” diyerek, İsrail’in açıklamalarının “Filistin’deki Dürzi dini liderlerin insani dayanışma çağrılarıyla oluşan baskılar altında” yapıldığını savunuyor. Kendisi de Dürzi olan Azzam’a göre, “Dürzilerin talebi, bir azınlık olarak değil, barış ve güvenlik içinde yaşamak ve kota sistemine dayanmayan çoğulcu bir sivil devletin inşasında etkin biçimde yer almak üzerine.”
Dürzi siyasi aktivist Hulud Mealla ise “Son olayların Dürzi toplumunda korunma ihtiyacını artırdığını, ancak dış müdahalelerin mevcut durumu daha da karmaşık hale getireceği yönünde güçlü bir farkındalık bulunduğunu” belirtiyor.
Esad sonrası güç haritası
İsrail, Suriye’ye son saldırılarını “radikal grupların yükselişini engelleme” gerekçesiyle meşrulaştırsa da, hedeflerin seçimi Türkiye ile jeopolitik bir rekabetin işaretlerini taşıyor. İsrail, Türkiye’nin İran ve Rusya’nın Suriye’deki etkisinin azalmasından faydalanarak “Yeni Osmanlıcı” bir stratejiyi hayata geçirdiğini ve bu genişlemeyi engellemek zorunda olduğunu savunuyor.
Suriye sahası şu dört temel bölgeye ayrılmış durumda:
Merkezi Hükümet Kontrolü: Şam, Halep, Hama, Humus, Lazkiye ve Tartus gibi kentleri kapsayan bölge. HTS’nin İdlib’deki kontrolü de fiilen bu kategoriye dahil ediliyor.
Kuzey ve Doğu Suriye: SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) kontrolündeki, enerji kaynakları ve tarım alanlarını içeren özerk yönetim bölgesi.
Güney Suriye: Görünürde Dürzilerin egemenliğinde, ancak gerçekte İsrail’in “güvenlik kuşağı” olarak tanımladığı ve Süveyda, Dera ile Kuneytra’yı kapsayan alan.
Kuzey Suriye: Türkiye destekli Suriye Millî Ordusu’nun kontrolündeki, onlarca Türk askeri noktasına ev sahipliği yapan bölge.
SDG’yi destekleyen ABD, Suriye-Irak-Ürdün üçgeninde yer alan Tanf Üssü’nde konuşlu Özgür Suriye Ordusu’nu da desteklemeye devam ediyor.
Rusya ise, Lazkiye’deki hava üssü ve Tartus limanındaki deniz gücüyle varlığını sürdürse de etkisi azalıyor. İsrailli yetkililer, Moskova’nın bu sınırlı varlığının, Türkiye’nin artan etkisini dengelemek açısından önemli olduğunu düşünüyor.
Diplomatik hamleler
Ankara Suriye’de yaklaşık 8.000 kilometrekarelik bir alanı kontrol ediyor ve bu bölgede inşa edilen ileri hava üsleri, İsrail açısından potansiyel drone tehditlerine kaynak oluşturuyor.
T4 Hava Üssü’nün Türkiye tarafından drone operasyonları için kullanılma planları, İsrail’i doğrudan harekete geçirdi. Bu nedenle düzenlenen nisan ayı saldırılarında pistler ve teknik altyapılar ciddi şekilde zarar gördü.
İsrail istihbarat raporlarına göre, Hamas’ın bazı operasyonlarını İstanbul’dan yönettiği ve Kuzey Kıbrıs’ta faaliyetlerini genişlettiği iddia ediliyor. İsrailli analistler, Türkiye’yi artık “İran kadar tehlikeli” bir stratejik tehdit olarak tanımlıyor. 2025 Ocak tarihli Nagel Komitesi Raporu’nda şu uyarıya yer verildi: “İsrail, Türkiye’nin gelişmiş drone kapasitesi ve NATO standartlarındaki eğitimli ordusuna karşı hazırlıklı olmalıdır.”
Ancak Kudüs Çalışmaları Merkezi Başkanı Dr. Ahmed Refik Avad’a göre, “Türkiye, İsrail ile ticari ve güvenlik ilişkilerini sürdürmeye çalışıyor ve Batı’nın tepkisinden çekiniyor. Ankara’nın Suriye politikası, İsrail’le çatışmak değil, ekonomik ve güvenlik çıkarlarını güvenceye almak üzerine kurulu.”
Bazı Arap ve İsrailli analistler ise, Türkiye’deki yüksek enflasyon ve Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası artan protestoların, Erdoğan’ın İsrail karşıtı söylemlerle iç baskıları hafifletme stratejisine dönüştüğünü ileri sürüyor.
İsrail, Suriye içerisinde Ankara’nın ilgisini çeken askeri hedeflere yönelik hava saldırılarını yoğunlaştırırken, Türkiye’ye karşı sadece askeri değil, diplomatik bir çevreleme stratejisi de yürütüyor:
- Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile savunma ve enerji alanlarında ittifaklarını güçlendirdi.
- Azerbaycan üzerinden dolaylı diplomasi yürütüyor.
- ABD nezdinde Türkiye karşıtı baskılar oluşturmaya çalışıyor.
Türkiye ve İsrail, Suriye’de giderek tehlikeli bir çarpışma rotasına girerken, Şam yönetimi bu stratejik rekabetin ortasında sıkışmış durumda. Türkiye ile ortak savunma anlaşmaları yapan yeni hükümet, diğer yandan İsrail’in hava sahasındaki operasyonel üstünlük taleplerinden endişe duyuyor.
Her iki taraf da doğrudan çatışma arzulamasa da, nüfuz mücadelesi, sahada yüksek risk barındırıyor. İsrail, önceliğini Gazze ve İran’ın nükleer dosyasına verirken; Türkiye, F-35 programına geri dönüş ve Suriye’nin yeniden inşası gibi stratejik projelere odaklanmak istiyor.
Rus nüfuzu azalırkenTürkiye ve İsrail arasındaki rekabet, Suriye’nin geleceğini şekillendirmede kilit rol oynayacak. Uluslararası diplomasi ve askeri stratejiler, Suriye’nin kaderini belirleyecek.
Dubai dünyanın en büyük havalimanını inşa ediyor
Almanya’da taksiciler Uber’e karşı yolu kapadı
ABD’de gençlerin idolü: HasanAbi
ABD’de 34 yaşındaki Türk influencer Hasan Doğan Piker, muhalif gençlerin en büyük idolü oldu. The New York Times, ‘HasanAbi’ takma adıyla Twitch’te yayın yapan Piker’in 4.5 milyon sıkı takipçisiyle büyük bir etki alanı kurduğunu yazdı
Eli biralı Trump, İngiltere’de iki parti sistemini bitiriyor
Farage’ın aşırı sağcı Reform Partisi, geçen hafta yapılan yerel seçimlerde İngiltere’nin en güçlü iki partisini sollayarak bir ilke imza attı. Trump dostu siyasetçinin hedefi iktidar
Bir yıl önce İngiltere’nin popülist siyasetçisi Nigel Farage, 7 kez seçim kaybettikten sonra parlamentoya tekrar aday olup olmama konusunda bile kararsızdı. Geçen senenin temmuz ayında şansını 8. defa denemeye karar verince bu sefer başardı. Koltuğunu bir Muhafazakar Partilinin elinden almıştı. Zafer sevinciyle küçük bir oda dolusu muhabire açıklamalarda bulunan Farage, “Şimdi hedefte iktidardaki İşçi Partisi var” dedi.
Bu zaferi takip eden aylarda göçmen karşıtlığını söylemlerinin merkezine alan Reform Partisi anketlerde tırmanmaya başladı. Parti, geçen hafta yapılan yerel seçimlerde en başarılı parti oldu; 10 yerel konsey, iki belediye başkanlığı kazandı. Ayrıca parlamentoya bir vekil daha sokarak koltuk sayısını ikiye çıkardı. İngiltere tarihinde ilk kez bir yerel seçimde en çok oyu ülkenin iki ana partisinden biri, İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti alamadı. Farage, sonuçlar netleştikten sonra sahneye çıkarak, “İki parti döneminin sona erdiğini” söyledi. Parti seçimde iki partiden de oy çekmeyi başardı.
Farage, modern İngiltere politikasının alıştığının dışında bir profil. Kendini birçok popülist gibi “halkın içinden biri” gibi tanıtıyor. Wall Street Journal, sıkça bira ve sigarayla kadrajlara yakalanan Farage’ın gerçekten “ağzına geleni söyleyen ortalama bir adam” personasının karşılık bulduğunu belirtti. Göçmen karşıtı söylemleriyle yakaladığı dalga ve bu profili nedeniyle kendisine “Eli biralı Trump” da deniyor.
Farage uzunca bir süre İngiltere’de ana akım siyasetin alay konularından biriydi. Birçok defa internette komik videoları viral oldu, abartılı bulunan söylemleriyle zaman zaman gazeteler bile dalga geçti. Ancak Reform’un zaferi yerel seçimlerle sınırlı kalmayabilir gibi görünüyor. Birçok ankete göre Reform, az bir farkla Muhafazakar Parti’nin önünde ve İşçi Partisi’yle birincilik için kafa kafaya gelmek üzere. Geçen seneki seçimlerde yüzde 14 oy alan parti, şimdi anketlerde 23-26 bandında.
WSJ, Reform ve Farage’ın yükselişinin, ABD ve Avrupa’daki diğer sağ hareketlerin kuvvetlenmesinden pek de farklı olmadığını belirtti: “Geleneksel politikacıların başarısızlıklarına duyulan öfke, küreselleşmenin sanayileşmiş ülkelerde işçi sınıfının çoğunluğu için nasıl sonuçlandığına dair hayal kırıklığı, çok fazla işin yurtdışına kaydırıldığı ve çok fazla insanın göç yoluyla ülkeye geldiği hissiyatı bu yükselişe sebep oldu”.
İngiltere’de Brexit zamanında AB’den ayrılmak için yürüttüğü kampanya ile tanınır hale gelen Farage, Trump’ı açıkça destekleyen sayılı İngiliz politikacıdan biri. WSJ, “Farage, İngiltere’de iktidarı aynı Trump’ın ABD’de memnuniyetsizlik üzerinden yaptığı gibi ele geçirmek istiyor. Farklı olan ise Trump’ın bunu bir ana akım partiyle yapmış olması. Farage kendisininkini inşa etti” yazdı.
Reform’un Muhafazakar Parti’den oy çekebilmesinin ana gerekçelerinden biri, iktidarda oldukları 2010-2024 yıllarında İngiltere’ye göçün rekor seviyelere ulaşması. Muhafazakarların iktidarları boyunca birçok kez göçü azaltma sözü verip bunu başaramaması seçmenlerinin bir bölümünün küsmesine sebep oldu. Geçen sene iktidara seçilen İşçi Partisi’nin görev onay oranı ekonomik büyüme ve yüksek vergiler nedeniyle günden güne ediyor.
WSJ’ye göre anketlerdeki olumlu sonuçlara rağmen Reform’un kazanma şansı hala çok düşük. Farage’ın partisi büyük ölçüde tek kişilik bir şov. Kendisi geçmişte sıkça meslektaşları ve müttefikleriyle çatışmalar yaşadı. Öte yandan, popülist ekonomi politikalarının uygulanması zor görünüyor. Ancak bu Farage’ın şu anda İngiltere’nin en tanınan simalarından biri haline geldiği gerçeğini değiştirmiyor.
Yükselişi tetikleyen video
Farage’ın yükselişinin başlangıç anını tespit etmek zor, ancak yanındaki isimlere göre yerel seçimlerdeki zaferin tohumları geçen aralık ayında çekilen bir video ile atıldı.
Bu video Blenheim Sarayı’nda çekilmişti. Saray ismini popüler bir generalin liderlik ettiği ordunun, kendisinden büyük ve güçlü rakibini yendiği savaştan alıyordu. Saray, aynı zamanda Churchill’in doğum yeriydi.
Parti farklı bir taktik denedi. Farage, kendi esprili ve kaotik tarzı yerine, ana akım bir lider gibi konuşuyordu. Videoda, “Bu ülkenin bir zamanlar muhteşem olduğunu, ülkenin 20 yıldır mide bulandırıcı şekilde yönetildiğini” söyledi. The Times’ın aktardığına göre video bir anda viral oldu. Gazeteye konuşanlara göre bir dönüm noktasıydı. Bir danışmanı, “Kafalardaki soru insanların Farage’ı olası bir başbakan olarak görüp görmeyeceğiydi. İnanılmaz seviyede olumlu geri dönüş aldık” dedi. 5 ay sonra Reform, Muhafazakarların oyunu ikiye katladı ve İşçi Partisi’nin bazı kalelerini elinden aldı.
Farage kampanya sürecinde partisinin bin 250 konsey adayıyla görüştüğünü iddia etti. Diğer parti liderlerinin ziyaret etmediği noktalara gitti. Runcorn & Helsby’yi geçen hafta yapılan tekrar sayım sonucunda Reform, 6 oyla İşçi Partisi’nin elinden aldı. Farage burayı ziyaret etmişti, İşçi Partisi lideri ve Başbakan Keir Starmer ise uğramadı.
The Times’ın aktardığına göre bir kanal, Farage’ın seçim sonuçlarını beklerken panikle dört döndüğünü söylemişti. Danışmanına göre ise Farage’ın şüphesi yoktu: “Kendisi seçim bölgesinin 10 mil uzağında gizli bir yerdeydi. Şarabını yudumluyordu. Geçtikleri haberin oldukça komik olduğunu düşündü”.
İsrailli Pegasus’tan WhatsApp’e 168 milyon dolar casusluk tazminatı
California’da jürinin verdiği kararın ardından bazı Türkleri de dinlemek için kullanılan Pegasus yazılımını yaratan İsrail merkezli NSO’ya başka teknoloji devleri de dava açabilir
WhatsApp, şifreli mesajlaşma platformundaki bir açıklığı istismar ederek bunu gazetecileri, aktivistleri ve siyasi muhalifleri gözetlemek için kullanan müşterilerine satan İsrailli casus yazılım üreticisi NSO Group aleyhine açtığı davada jüri kararıyla 168 milyon dolar tazminat kazandı. The Guardian’ın aktardığına göre Pegasus isimli yazılım kullanılarak Türkiye’den de İstanbul’daki başkonsoloslukta Suudi Arabistan ajanları tarafından öldürülen Cemal Kaşıkçı’nın davasına bakan İstanbul eski Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan, Kaşıkçı’nın eski eşi Hanan Elatr ve nişanlısı Hatice Cengiz ve Türk gazeteci Turan Kışlakçı da hedef alınmıştı.
Devamı gelebilir
Financial Times’ın aktardığına göre California federal mahkemesinde görülen dava, casus yazılım üreticisinin modern akıllı telefonlarda çalışan platformların teknik dokunulmazlığını ihlal etmekten sorumlu tutulduğu ilk dava oldu. NSO karara itiraz edeceğini duyurdu.
WhatsApp’in davayı kazanması, Pegasus’un casus yazılımını yerleştirmek için platformlarını kötüye kullandığı veya hack’lemeye çalıştığı Apple, Amazon, Android ve diğer küresel şirketlerin de NSO’ya dava açmasının önünü açıyor.
2019 yılında Financial Times, NSO’nun WhatsApp’teki bir açıklığı istismar ederek müşterilerinin hedef kişinin telefonuna casus yazılımı yüklemesini sağladığını ortaya çıkardı. Bu sayede cihaz uzaktan kontrol edilebiliyor ve şifreli mesajlar dahil tüm içeriklere erişilebiliyordu.
2021 yılında ortaya çıkan ve tarihin en büyük dinleme olayı olan Pegasus skandalında aralarında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un da bulunduğu 13 devlet ve hükümet başkanının dinlendiği tespit edilmişti.
Harvard’a devlet yardımı bir ‘hediye’ değildir
ABD Başkanı Trump’ın 2 milyar dolarlık devlet desteğini kestiği Harvard Üniversitesi’nin rektörü Alan Garber, sağcıların medyadaki kalesi Wall Street Journal gazetesine röportaj verdi. Hem 'mücadeleye devam' dedi, hem de bazı konularda eksikliklerini itiraf etti
Trump yönetimi, kendisine muhalif olarak gördüğü ülkenin elit üniversitelerini devlet desteğini kesme tehdidiyle ‘hizaya sokmaya’ çalışırken bu alanda başı çeken üniversite dünyanın en eski ve en zengin üniversitelerinden biri olan Harvard. Üniversite yönetimi Trump’ın 2 milyar dolarlık desteği kesmesinin ardından daha da fazla kesinti tehdidine rağmen, ‘Yönetimin taleplerini kabul etmiyoruz’ diyerek akademik özgürlüğü Beyaz Saray’a devretmeyeceklerini ilan etmiş ve kararı yargıya götürmüştü. Trump ise bu kez Harvard’ın vergi muafiyetini kaldıracağını duyurarak el yükseltti. Harvard Rektörü Alan Garber, tartışmaları Cumhuriyetçilere yakın olan Wall Street gazetesine bir röportaj vererek karşılamaya çalıştı. Gazetenin yayın yönetmeni Emma Tucker’ın sorularını yanıtladı.
Garber, 1973 yılında lisans öğrencisi olarak Harvard’a geldiğinde, “insanların özgürce tartıştığı bir yer” bulduğunu söyledi. O ve sınıf arkadaşları, her türlü görüşe sahip insanlarla sohbet ediyordu.
Kaç Harvard’lı seçimde Trump’a oy verdi?
“Birbirimizle tartışmaktan çok mutluyduk. O dönem beni ve o zaman orada olan herkesi şekillendirdi” dedi. 2011 yılında rektör yardımcısı olarak Harvard’a döndüğünde Garber, lisans öğrencisi olduğu günlerdeki sağlıklı tartışma ruhunun kaybolduğunu fark etti. Bu durumun kendisi ve meslektaşlarını endişelendirdiğini söyledi. Garber, “Günümüzün öğrencileri, zor konularda birbirleriyle, özellikle de iyi tanımadıkları ve fikir ayrılığına düşebilecekleri kişilerle konuşmakta çok daha fazla zorlanıyor” dedi ve ekledi: “Bana göre bu büyük bir kayıp.”
Röportaj sırasında kendisine Harvard akademik kadrosunun sadece yüzde 2.5’lik bir kısmının kendisini ‘muhafazakar’ olarak tanımladığına ilişkin bir grafik gösterilmesi üzerine Garber, Harvard’ın Amerika’nın geniş kesimlerini umursamadığı ve aşırı liberal olduğu yönündeki algı nedeniyle üniversitenin kamuoyunda bir imaj sorunu olduğunu bildiğini itiraf etti. Fakülteyi çeşitlendirmek için üniversite, entelektüel yelpazesi geniş kişileri, hatta birkaç haftalığına kampüse gelen misafir araştırmacıları işe almaya çalıştığını söyledi. Öğretim konusunda ise Garber, “Yapmamız gerekenlerin bir kısmı, sınıfta ve diğer ortamlarda, kişisel görüşlerin ne olduğu önemli değil, farklı bakış açılarına adil bir şekilde öğretmek gerektiğini vurgulamak” dedi. “Dahası, öğrencilerin ana akımdan farklı bir bakış açısına sahip olduklarında bunu dile getirebilmelerini sağlamalısınız” ifadesini kullandı. Garber, kaç öğretim üyesinin Trump’a oy verdiği sorulduğunda, “Hiçbir fikrim yok” yanıtını verdi.
Garber, Harvard’da antisemitizm sorunu olduğuna dair ipuçları aldığını, ancak 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırmasının hemen ardından Yahudi öğrencilerle görüştüğünde bunun farkına vardığını söyledi. Harvard’ın geçen ay yayınladığı iki uzun rapor, kampüsteki antisemitizm ve Müslüman karşıtı önyargının tarihçesini ayrıntılı olarak anlatarak uzun süredir var olan sorunları kabul etti. Hem Yahudi hem de Müslüman öğrenciler tehditlerle karşı karşıya kalırken, Garber’e göre çözüm fiziksel güvenliğin çok ötesine geçiyor. Yahudi olan Garber, “Bu, kalpleri ve zihinleri değiştirmek, birbirimize empati duymak, birbirimizle nasıl konuşacağımızı öğrenmek için bir çaba olmalı” dedi. Garber “Farklı bir kimliğe sahip birinin sizin kadar insan olmadığı düşüncesiyle başlamak değil” dedi.
Garber, Harvard’ın geri adım atmama kararının, Trump yönetiminin bazı taleplerini kabul eden Columbia Üniversitesi’nden etkilenmediğini söyledi.
Hükümetle ilişkiler bir şekilde çözülmeli
Columbia’nın müzakereleri hakkında ilk elden bilgisi olmadığını belirten Garber, “Üniversitelerdeki diğer kişilerden duyduğuma göre, Columbia haftalarca süren müzakerelerin ardından federal hükümetle sorunlarını hala çözememişti. Bu da şüphesiz kurumların bunun her zaman en umut verici yol olmayabileceğini düşünmesine neden oldu” dedi. 50 milyar doları aşan devasa bir bağış fonuna sahip olmasına rağmen Garber, “bilginin sınırlarını genişletmeye yardımcı olan” federal hükümetle olan ortaklıktan vazgeçmeye hazır olmadığını söyledi.
Ancak federal fonların “hediye değil”, Harvard’ın ulusal bilimsel ve diğer önceliklerini yerine getirmek için kullandığı para olduğunu belirtti. Garber, Harvard’ın davasını kazanmaktan daha fazlasını istediğini vurguladı.
İngiltere “kime kadın deneceğini” tartışıyor
Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi’nin ‘kadının’ yasal tanımının biyolojik cinsiyete dayalı olduğuna hükmetmesi ülke çapında büyük bir tartışma başlattı. Bu karar cinsiyete dayalı siyasi ve sosyal hakların uygulanması konusunda bir dönüm noktasına işaret ediyor
Birleşik Krallık 19. yüzyıldaki siyasi ve sosyal haklar tartışmasına geri döndü. Haftalardır ülkenin ana gündem sorusu şu: Kadın nedir? Ya da kime kadın demeliyiz?
Bu, Fransız düşünür feminist yazar Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” önermesini merkeze alan bir siyaset felsefesi tartışması değil. Düpedüz bir mahkeme kararıyla ‘kadın’ tanımı üstüne ortaya çıkan ve kamuoyunu cephelere bölen bir hamle.
Krallık Yüksek Mahkemesi yıllardır süren hukuki bir mücadele sonucunda 15 Nisan’da kadının yasal tanımının doğumdaki biyolojik cinsiyete dayalı olduğuna oybirliğiyle hükmetti.
Mahkemenin 88 sayfalık kararında 2010 yılında kabul edilen Eşitlik Yasası’nda söz edilen ‘cinsiyet’ kavramının ikili olduğu, bir kişinin ‘erkek ya da kadın’ olduğunu belirtti.
Bu karar trans kadınları yasal olarak kadın tanımından çıkarırken, İskoçya, İngiltere ve Galler’de cinsiyete dayalı hakların bundan sonra nasıl uygulanacağı konusunda bir dönüm noktasına işaret ediyor.
Mahkemenin odağı trans bireylere verilen cinsiyet tanıma sertifikalarına (GRC) sahip trans kadınların Eşitlik Yasası kapsamında ‘kadın’ olarak kabul edilip edilmeyeceği sorusu üstüneydi.
İskoç Hükümeti cinsiyetin yasal olarak değiştirilebileceğini ve sertifikaya sahip bir trans bireyin o cinsiyetin haklarına ve korumalarına sahip olması gerektiğini savunuyordu.
Kadınlar için İskoçya (For Women Scotland) isimli bir kampanya grubu ise bu haklar ve korumaların yalnızca kadın doğan kişiler için sağlanması gerektiği iddiasıyla konuyu yargıya taşımıştı.
Yüksek Mahkeme yargıçları trans bireylerin Eşitlik Yasası kapsamında ayrımcılık ve tacize karşı halihazırda korunduğunu ve aynı yasada kadın ve cinsiyet terimlerinin ‘biyolojik bir kadına ve biyolojik bir cinsiyete’ atıf yaptığına hükmederek kampanya grubunu haklı buldu.
Yargıçlar bu kararın bir tarafın diğerine karşı zaferi olarak görülmemesi gerektiğini ve trans bireylerin haklarının hala koruma altında olduğunu söyledi. Ancak karardan kısa süre sonra ne toplumsal tartışma arenası ne de siyaset yargıcın uyarısına kulak astı.
Pandoranın kutusu açıldı
Pek çok insan hakları örgütü, transseksüel aktivist grupları ve sol cenahtaki medya bu kararla pandoranın kutusunun açıldığını düşünüyor.
2018’den bu yana bu kararın alınması için faaliyet gösteren kampanya grubu Kadınlar İçin İskoçya mahkeme kararını bir zafer gibi kutlarken, LGBTQ aktivist grupları sokaklara dökülerek kararın insan haklarına aykırı olduğunu savundu.
Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu kararın uygulanması ve etkileri konusunda işletmeler ve kamu kurumları için bir rehber hazırlamaya başladı bile.
Bu, uzun süredir devam eden trans bireylerin nerede hizmet alacağı, hangi alanlara kabul edilebileceği, hangi sektörlerde nasıl çalışabileceğine yönelik ihtilaf çıkaran tartışmaları bir kez daha alevlendirmiş oldu. Kadınlara ayrılan hastane koğuşları, sığınma evleri, spor kulüpleri, cezaevleri gibi alanlarda trans bireyler hakkında büyük bir belirsizlik oluştu.
Polis teşkilatı karardan sonra şüphelilerin üst aramalarında artık doğumdaki biyolojik cinsiyete göre arama yapılacağını açıklarken İngiltere Futbol Federasyonu da 1 Haziran’dan itibaren trans kadınların kadın futbolunda oynamasına izin vermeyeceklerini açıkladı.
Federasyon, mahkeme kararının ardından yalnızca biyolojik olarak kadın doğan oyuncuların kadın futboluna katılabileceğini belirtti.
Dünyaca ünlü Harry Potter kitaplarının yazarı J. K. Rowling’in bizzat finanse ettiği ve başını çektiği ‘trans kadınlar kadın değildir’ akımının en sesli argümanlarının başında penisi olan transların soyunma odası, tuvaletler, koğuşlar gibi kadınlara ayrılmış alanları kullanmaması gerektiği çünkü bu kişilerin kadınlara saldırabileceği geliyordu.
Bu akım, cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirmeden kendilerini trans olarak tanımlayan kişilerin kadınlara karşı suç işleme potansiyeline dikkat çekiyorlardı. Kadınların sistematik olarak heteroseksüel erkeklerin şiddetine maruz kaldıkları gerçeğinin belirtilmesi bu sert kakafoni içinde cılız bir ses olarak kaldı.
İskoçya’da Adam Graham adında bir adamın iki kadına tecavüz etmesinin ardından 2023’teki dava süreci sırasında cinsiyet değiştirmesi ve kadınlar koğuşunda kalmak istemesi ülkedeki trans karşıtlarına altın bir koz verdi.
Isla Bryson adını alan 31 yaşındaki kişi ülkede kadınlara tecavüz eden tek trans kadın olarak tarihe geçti. Bryson’ın talebinden sonra hükümet süratle harekete geçerek erkek cinsel organı olan ve kendini trans kadın olarak tanımlayan kişilerin kadın cezaevlerinde kalmasını yasakladı. Bu, cinsel suç failleri ve şiddet suçları işleyen trans bireyler için de genişletildi. Bryson cezaevinde erkekler koğuşuna aktarıldı.
İskoçya’daki 2022’deki sayılara göre 12’si kadın 3’ü erkek olmak üzere toplam 15 trans birey mahkum var. İngiltere ve Galler’de 80 bin mahkum arasında sadece 230 transseksüel mahkum bulunuyor. Bunların 187’si kendisini erkek, 43’ü kadın olarak tanımlıyor.
Ülke çapındaki sayılara baktığımızda ise 2021’deki nüfus sayımına göre 16 yaş ve üstündeki 262 bin kişi cinsel kimliklerinin doğumdaki cinsiyetlerinden farklı olduğunu beyan etmiş.
İngiltere hükümetinin 2018’deki tahminlere göre trans bireylerin sayısı ülke çapında 200 bin ila 500 bin kişi arasında olabilir. 2004’teki Cinsiyet Tanıma Yasası’ndan bu yana cinsiyet sertifikası alan kişilerin sayısı yaklaşık 9 bin. İngiltere’nin nüfusu ise yaklaşık 70 milyon.
O zaman bu kadar küçük bir gruba yöneltilen korku ve öfkenin nedeni tam olarak nereden kaynaklanıyor?
Başbakan tutarsız davranıyor
Bunun ardında İşçi Partisi lideri Başbakan Keir Starmer’ın bu meseledeki tutarsız tutumu ve dünya politikasındaki aşırı sağ dalganın zamanın ruhuna etkisi var.
Starmer 2022’de ‘trans kadınlar kadındır’ derken 2023’te Sunday Times’a verdiği söyleşide “Kadınların yüzde 99.9’u tamamen biyolojiktir yani penisleri yoktur” demişti.
Starmer şimdi mahkeme kararının ardından trans kadınların kadın olmadığını bunun da mahkeme kararıyla belirlendiğini söylüyor. Haliyle Starmer hem kendi partisi içindeki sol kanattan hem de muhafazakarlardan bu konudaki tutumu nedeniyle tepkilerin hedefinde.
ABD Başkanı Donald Trump’ın LGBTQ toplulukları okullarda, orduda ve sporda dışlayan politikaları Almanya’da aşırı sağcı parti AfD’nin trans karşıtlığı ve Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın icraatlarıyla paralellikler gösteriyor. Macaristan parlamentosu 2020’de trans bireylerin yasal olarak tanınmasını engellemişti.
İngiltere’nin aşırı sağcı politikacısı Nigel Farage ise Yüksek Mahkeme’nin kararını coşkuyla alkışlarken kendi siyasi zeminini de pekiştirmiş oldu.
İngiltere cinsiyet politikalarından ‘sakınmak’ için hem içeride hem de dışarıda aşırı sağcı ideolojinin rüzgarında yalpalıyor.
Türkiye’den Avrupa’ya düzensiz göçte büyük düşüş
İtalya Başbakanı’nın “Türkiye’den İtalya’ya göç sıfıra indi” söylemi büyük yankı uyandırdı. BM’nin verileri, Türkiye’den Avrupa’ya göçün bu sene neredeyse yarı yarıya azaldığına işaret ediyor
İtalya’nın aşırı sağcı başbakanı Giorgia Meloni, geçen hafta Roma’da gerçekleştirilen görüşmede “Türkiye kaynaklı göçün sıfıra indiğini” söyleyerek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a teşekkür etti. Türkiye’nin çeşitli sebepler nedeniyle sınırlarını güçlendirmek için attığı adımlar, Meloni’nin söylemini destekler biçimde Doğu Akdeniz rotası üzerinden Türkiye’den Avrupa’ya düzensiz göçün ciddi anlamda azaldığına işaret ediyor.
2025’in ilk 4 ayı itibarıyla Türkiye’den Yunanistan’a Doğu Akdeniz rotasında düzensiz göçte önemli bir düşüş görülüyor. 27 Nisan’da paylaşılan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre 1 Ocak’tan itibaren Türkiye’den Yunanistan’a 10 bin 822 göçmen gitti. Bunların 9 bin 669’u deniz yoluyla, bin 153’ü ise karayoluyla Yunanistan’a girmeyi başardı. UNHCR, henüz Doğu Akdeniz rotasındaki ölümlerle ilgili bir veri paylaşmadı. 2024 yılında Yunanistan’a deniz yoluyla 54 bin 417, karayoluyla ise 7 bin 702 göçmen gitti. Göçmen krizinin zirvesine ulaştığı 2015 senesinde bu sayı 900 bine dayanmıştı. Sene sonuna kadar bu trend devam ederse Türkiye’den Yunanistan’a geçen toplam göçmen sayısı 30 bin sularında kalacak. Bu, geçen senenin neredeyse yarısı.
İtalya’ya göç azalıyor
2025’te şu ana kadar en çok Türkiye kaynaklı göç alan Yunan adası 2 bin 704 ile Girit oldu. Onu bin 962 ile Sisam ve bin 336 ile Midilli takip ediyor. Öte yandan 2025 yılında şu ana kadar Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne deniz üzerinden tüm ülkelerden 266 göçmen geldi (Bu sayı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne deniz üzerinden gelip, kara sınırı üzerinden Rum yönetimine geçenleri de içeriyor). Geçen sene bu sayı 3 bin 874 idi.
UNHCR’nin bu hafta yayımladığı bir rapora göre 2024 yılında denizden Avrupa’ya 199 bin 400 göçmen geçti. 1 Ocak- 4 Mayıs 2025 arasında Avrupa’ya gelen toplam düzensiz göçmen sayısı ise 43 bin 49. Yani bu seneki toplam sayıda da geçen seneye kıyasla kayda değer bir düşüş görülmesi bekleniyor.
Türkiye’den Avrupa’ya düzensiz göç büyük çoğunlukla Doğu Akdeniz rotası üzerinden gerçekleşiyor. Göçmenler, Türkiye’den deniz yoluyla Yunanistan’a gidiyor. Bu göçmenlerin önemli bölümü, Yunanistan’dan ayrılarak yine deniz yoluyla İtalya’ya geçiyor. Ancak, bu göçmenlerin kaçının Türkiye’den, kaçının başka ülkelerden geldiğiyle ilgili kamuyla paylaşılmış kesin veriler bulunmuyor.
Meloni’nin söylemine dönersek; UNHCR verilerine göre İtalya’ya 2025 yılında tümü deniz üzerinden 17 bin 388 kayıtsız göçmen geldi. Türkiye’nin eski Atina Büyükelçisi Hasan Göğüş, Meloni’nin söylemini değerlendirirken İtalya’ya gelen göçmenlerin büyük bölümünün Afrika’dan geldiğine, Türkiye’den gelenlerin çoğunun AB topraklarına girdikten sonra Almanya ve Avrupa’nın daha kuzeyindeki ülkeleri hedeflediğini belirtti. Direkt olarak kaynak ülkelerle ilgili açık veriler bulunmasa da, bu sene İtalya’ya geçen göçmenlerin 15 bin 250’sinin Sicilya’ya gelmesi bunu doğrular nitelikte. Sicilya, Tunus ve Libya’ya yakınlığı nedeniyle sıklıkla Afrika’dan gelen göçmenler tarafından tercih ediliyor. Yunanistan’a daha yakın olan ve daha önce buradan gelen göçmenler tarafından kullanılan Kalabriya’da ise bu sayı sadece 329, Apulia’da 234. Göçmenlerin ilk çıkış noktaları kesin olarak bilinmemekle birlikte, veriler Meloni’nin söylediği gibi İtalya’ya Türkiye kaynaklı düzensiz göçün oldukça azaldığına işaret ediyor.
Neden şimdi düştü?
Türkiye kaynaklı göç, AB Üye Ülkelerinin Dış Sınırlarının Yönetimi için Operasyonel İşbirliği Ajansı’yla (Frontex) Ankara arasındaki işbirliğinin arttığı bir dönemde düştü. Türkiye Ekonomi Politikaları Aaraştırma Vakfı (TEPAV) AB Çalışmaları Merkezi Direktörü Nilgün Arısan Eralp, “Türkiye ile Frontex arasında eskiden bu kadar yakın bir işbirliği yoktu. Şimdi ise özellikle Türkiye’nin deniz sınırlarında çok daha ciddi güvenlik önlemleri alınıyor ve geçişler önleniyor” dedi. Eralp ayrıca AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Suriyeli mülteciler için Türkiye’ye taahhüt ettiği ekstra 1 milyar euro’nun da işbirliğinin artmasında önemli rol oynamış olabileceğini söyledi.
Eralp’e göre özellikle 8 Aralık’ta Suriye’deki Beşar Esad rejiminin devrilmesinin Türkiye’ye yeni bir göç dalgasına tetikleyebileceği, buradan da Avrupa’ya geçişlerin artabileceği konusunda endişeler vardı. Ancak böyle bir durum yaşanmadı. Bu sene Türkiye’den Yunanistan’a giden göçmenlerin sadece yüzde 3.5’i, yani 192’si Suriye vatandaşı. Gidenlerin yüzde 45.5’i (2 bin 530) Afgan, yüzde 23’ü Mısırlı (bin 279).
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Esad’ın devrilmesinden bu yana 200 bin Suriyelinin ülkesine döndüğünü söyledi.
Eralp ayrıca birçok göçmenin Türkiye’de kayıt dışı çalışabildiği ve yaşayabildiği için Türkiye’den ayrılmak istemediğini belirtti.
Ankara rahatsız mı?
CHP Dış Politika Koordinatörü İlhan Uzgel, Meloni’nin açıklamaları üzerine yaptığı X paylaşımında, “Bir ülkenin itibarı ancak bu kadar ayağa düşürülebilirdi. Biz bu sözün anlamını daha açık yazalım: ‘Bizi sığınmacı yükünden kurtarıp, ülkenizi sığınmacı deposu haline getirdiğiniz için çok teşekkürler Erdoğan” yazdı. Bunun üzerine Meloni’nin söyleminin Ankara’da da rahatsızlık yaratmış olabileceği yorumları yapılmaya başlandı. 2018’de Dışişleri Bakanlığı’ndan en kıdemli büyükelçi olarak emekli olan Göğüş, bu yorumlarla ilgili olarak, “Bir rahatsızlık olduğunu sanmıyorum. Bir kere resmi söylemde biz yasa dışı göçle mücadele ettiğimizi hep söyledik, söylüyoruz..” dedi. Göğüş, “Ama Meloni’nin ‘Türkiye bu işi para karşılığında yapıyor’ diye bir imada bulunduğu düşünüldüyse bu rahatsızlık yaratabilir” diye konuştu.Göğüş, mevcut durumda Avrupa’nın gözündeki ana sorunun Türkiye’den yasal veya yasal olmayan yollardan Avrupa’ya gidip geri gelmek istemeyenler olduğunu belirtti. Türk vatandaşlarının Schengen vize başvurularında yaşadığı sorunların kaynaklarından birinin de bu olduğunu vurguladı.
Instagram CEO’su Mosseri rekabet davasında ifade verdi: Ya büyürsünüz ya da yavaş yavaş ölürsünüz
Meta’ya karşı açılan antitröst davasında ifade veren Instagram CEO’su Adam Mosseri, TikTok’un yükselişiyle Instagram’ın ciddi bir kriz yaşadığını söyledi. Mosseri, "Arkadaşlarla bağlantı kurmak hâlâ temel işlevimiz" diyerek platformun sosyal yönünü savundu
Meta çatısı altındaki Instagram’ın CEO’su Adam Mosseri, Perşembe günü Washington DC’de görülen Federal Ticaret Komisyonu’nun (FTC) antitröst davasında ifade verdi. Mosseri, 2018’de göreve geldiğinde Instagram’ın kullanıcı etkileşiminde “endişe verici” düşüşler yaşadığını ve bunun önemli nedenlerinden birinin TikTok olduğunu söyledi.
2019 yılında yapılan bir iç değerlendirmeye göre, Instagram’daki süre kaybının %23’ü TikTok’a bağlanmıştı. Mosseri, Mart 2020’de ekibine yazdığı mesajda, “Duruma uyum sağlamamız gerekiyor, hem de hızla” ifadelerini kullandığını hatırlattı. Mahkemedeki ifadesinde ise, “Ya büyürsünüz, ya da yavaş yavaş ölürsünüz” diyerek dönemin aciliyetini vurguladı.
FTC, Meta’nın sosyal ağ pazarında yasa dışı tekel oluşturduğunu ve bu pazarda Snapchat’in yer aldığını; ancak YouTube veya TikTok gibi eğlence odaklı uygulamaların kapsam dışında kaldığını savunuyor. Mosseri ise TikTok’un yalnızca eğlence değil, arkadaşlarla etkileşim için de kullanıldığını belirterek, iki uygulamanın doğrudan rakip olduğunu söyledi.
Instagram, Reels özelliğiyle TikTok’a rakip olmaya çalışırken, TikTok da arkadaş videolarına odaklanan yeni akışlar sunarak Instagram’a benzemeye başladı. Mosseri, TikTok’un artık “bizim kadar katılımcı” bir platform olduğunu vurguladı.
Meta davada, arkadaş ve aileyle bağlantının artık platformlarının küçük bir parçası olduğunu öne sürse de, Mosseri Instagram’ın bu yönünü hâlâ temel bir kullanım alanı olarak gördüklerini belirtti. “Arkadaşlar Instagram deneyiminin önemli bir parçası olmaya devam ediyor” diyen Mosseri, uygulamanın uzun videoya geçmemesinin de bu nedene dayandığını aktardı.
Mosseri’nin ifadesi, daha önce Meta CEO’su Mark Zuckerberg ve Instagram kurucu CEO’su Kevin Systrom tarafından dile getirilen farklı görüşleri de dengeledi. Zuckerberg, Facebook’un Instagram’ı büyüttüğünü söylerken; Systrom, sonradan kaynakların Facebook’a kaydırıldığını iddia etmişti. Mosseri ise, “Her iki taraf da bu birleşmeden büyük fayda sağladı” dedi.
Meta’nın Instagram’ı satın alma kararı için Mosseri, “tüm zamanların en iyi satın alımlarından biri olabilir” yorumunda bulundu.
ABD Başkanı Trump'tan Papa'ya tebrik: Ülkemiz için büyük bir onur
ABD Başkanı Donald Trump, Katolik Kilisesi'nin yeni lideri olarak seçilen Amerikalı Kardinal Robert Prevost’u tebrik etti. “İlk Amerikalı Papa olması ülkemiz için büyük bir onur” dedi
ABD Başkanı Donald Trump, perşembe günü Katolik Kilisesi’nin başına seçilen Kardinal Robert Prevost’u tebrik etti. Papa unvanıyla 'Leo XIV' adını alan Prevost’un Amerikalı olması Trump’ın açıklamasında öne çıkan bir unsur oldu.
Trump, “Bu ne büyük bir heyecan ve ülkemiz için ne büyük bir onur. Papa Leo XIV ile tanışmayı dört gözle bekliyorum. Bu çok anlamlı bir an olacak” ifadelerini kullandı.
Aslen Chicago’lu olan Kardinal Prevost, Papa seçilerek tarihteki ilk Amerikalı Papa unvanını aldı. Yeni Papa, Katolik dünyasının ruhani liderliğini üstlenerek önemli bir döneme adım att
4,9 milyar dolara mal oldu: Çin dünyanın en büyük barajını inşa ediyor
Çin’de inşa edilen Shuangjiangkou Barajı, tamamlandığında dünyanın en yüksek barajı olacak. 315 metre yüksekliğindeki dev yapı su tutmaya başladı. Barajın yıl sonunda elektrik üretimine geçmesi planlanıyor
ABD eşcinsel askerleri ordudan atıyor: Ya çıkarsın ya ihraç edilirsin
Trump yönetimi, eşcinsel bireylerin ABD ordusundan ihraç sürecini hızlandırıyor. Savunma Bakanı Pete Hegseth’in yayımladığı talimata göre, 6 Haziran’a kadar kendi isteğiyle ayrılmayan trans askerler zorla ordudan çıkarılacak. Karar, insan hakları savunucularından sert tepki aldı
ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth, Pentagon’a gönderdiği bir talimatla, 6 Haziran’a kadar kendi isteğiyle ayrılmayan eşcinsel bireylerin ordudan zorla ihraç edilmesi sürecinin başlatılmasını istedi. Reuters tarafından elde edilen belgeye göre, bu talimat, Başkan Donald Trump’ın eşcinsel bireylerin askerlik yapmasına yönelik yasağının yürürlüğe girmesinin ardından hızla uygulanmaya başlanacak.Pentagon, konuya ilişkin yorum taleplerine henüz yanıt vermedi.
'Bu karar utanç verici'
ABD Savunma Bakanlığı'nın bu kararı eşcinsel haklarını savunan kuruluşlar tarafından sert şekilde eleştirildi. LGBTQ savunucusu GLAD Law’ın kıdemli direktörlerinden Jennifer Levi, “Bu karar utanç verici. Ülkesini savunmak için canını ortaya koyan ve gerekli standartları karşılayan kişileri hızla ordudan atmak akıl almaz,” ifadelerini kullandı.Hegseth’in talimatı, Salı günü ABD Yüksek Mahkemesi’nin Trump yönetiminin eşcinsel asker yasağının yürürlüğe girmesinin önünü açan kararının hemen ardından geldi.
Buna göre, aktif görevdeki eşcinsel bireylerin 6 Haziran’a kadar "gönüllü ayrılma" için kendilerini bildirmeleri isteniyor. Yedek kuvvetlerde görev yapanlar için bu tarih 7 Temmuz olarak belirlendi.
Trump kararı 20 ocakta imzaladı
Hegseth’in notunda, “Kendini beyan etme sürecinin sona ermesinin ardından, askeri birimler zorunlu ihraç sürecini başlatacaktır,” ifadelerine yer verildi. Bu adım, Trump yönetiminin eşcinsel bireylerin haklarını kısıtlamaya yönelik politikalarının son halkası olarak değerlendiriliyor. Trump, 20 Ocak’taki ilk başkanlık gününde imzaladığı başkanlık kararnamesiyle ABD hükümetinin yalnızca “erkek” ve “kadın” olmak üzere iki cinsiyeti tanıyacağını ve bunların değiştirilemeyeceğini ilan etmişti.
Eşcinsel bireylerin ABD ordusunda açık kimlikle hizmet verebilmesi, ilk kez 2016 yılında dönemin Başkanı Barack Obama tarafından mümkün hale getirilmişti. Trump ise seçim kampanyasında bu politikayı tersine çevirme sözü vermiş ve göreve gelir gelmez adım atmıştı. Joe Biden, başkanlığı döneminde Trump’ın 2017’de başlattığı eşcinsel bireylerin askere alım yasağını kaldırmış ve “Herkesin açık kimliğiyle hizmet edebildiği bir ordu Amerika’yı daha güvenli kılar,” demişti.
Amerikalıların büyük çoğunluğu eşcinsel askerlere karşı değil
Resmi rakamlara göre, geçtiğimiz yıl sonu itibarıyla ABD ordusunda ve Ulusal Muhafız birliklerinde yaklaşık 4.240 eşcinsel asker görev yapıyordu. Ancak bazı insan hakları savunucuları bu sayının daha yüksek olduğunu belirtiyor.
Hegseth, son yaptığı bilgilendirmede, Mart ayında mahkeme kararıyla durdurulan önceki yasak girişimi sırasında gönüllü ayrılmayı seçmiş olan askerlerin de derhal ordudan çıkarılacağını kaydetti.
Öte yandan, Gallup tarafından Şubat ayında yayımlanan bir ankete göre, Amerikalıların yüzde 58’i eşcinsel bireylerin orduda açık kimlikle görev yapmasını destekliyor. Bu oran 2019’da yüzde 71’di.
Bir dönem Fox News sunuculuğu yapan Pete Hegseth, kültürel konularda muhafazakar çizgisiyle biliniyor. Salı günü ABD Özel Kuvvetler Konferansı’nda yaptığı konuşmada da, “Artık cinsiyet farklılığını içeren zamirler yok, iklim değişikliği saplantısı yok, acil aşı zorunluluğu yok, elbise giyen adamlar da yok,” ifadelerini kullandı.
Comments