top of page

26

  • Yazarın fotoğrafı: mutlunecmettin
    mutlunecmettin
  • 16 saat önce
  • 23 dakikada okunur

16 yaşındakiler oy versin mi?

İşçi Partisi hükümeti yeni bir siyasi hamleyle seçmen yaşını 16’ya düşürmeye karar verdi. Hükümet bunu “modernleşme” olarak tanımlarken, muhalefet ‘manipülasyon’ diyor. Kamuoyu ikiye bölünmüş durumda

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Birleşik Krallık’ın İşçi Partisi yönetimdeki hükümeti gün geçmiyor ki yeni bir kararla İngiliz kamuoyunu ikiye bölmesin. 

Hükümetin geçen hafta ülkedeki oy verme yaşını 18’den 16’ya düşüreceklerini açıklamasıyla göçmen politikaları, vergiler, savaş ekonomisi gibi toplumu bölen konulara bir yenisi daha eklenmiş oldu.  Bu hamle Birleşik Krallık’ta 1969’da oy verme yaşının 21’den 18’e düşürülmesinden bu yana seçim sistemiyle ilgili en önemli değişiklik olarak görülüyor. 

İngiltere Başbakanı Keir Starmer, ülkede 16 yaşındakilerin orduda görev alabildiğini, çalışabildiğini ve vergi ödediğini, bu nedenle oy vermelerinin de en doğal haklarını olduğunu açıkladı. 

Demokrasi Bakanı Rushanara Ali ise karara yönelik açıklamasında “Demokrasimizi 21. yüzyıla uygun hale getirmek için modernleştiriyoruz. 16 ve 17 yaşındaki gençlere oy hakkı tanıma yönündeki seçim vaadimizi hayata geçirerek, toplumun demokrasiye olan güvenini yeniden tesis etme ve katılımı artırma yolunda kuşaklar arası önemli bir adım atıyoruz” dedi. 

Krallık siyaset sahnesinin sağ cenahı ise hükümetin bu adımına husumetle yanıt verdi. Zaten meseleye ilişkin hizalanma ilginç -belki de beklendik- bir şekilde sağ ve sol olarak keskin bir biçimde vuku buldu. Sağ cephedeki kanaat önderleri ve medya 16 yaşındakilerin oy vermesine karşı çıkarken, sol kanat “Geç bile kalındı” mesajları veriyor

Aşırı sağcı Reform UK Partisi’nin lideri Nigel Farage, hükümeti okullar aracılığıyla gençleri “sol ideolojik önyargılarla” yönlendirmeye olanak tanıyacak şekilde sistemi manipüle etmeye çalışmakla suçladı. Ancak buna rağmen Farage, İşçi Partisi’nin gelecek seçimlerde hayatının şokunu yaşayacağını çünkü 16-17 yaşındaki seçmeni kendi tarafına çekeceğini söyleyerek de meydan okudu. 

Farage geçen yıl Avrupa Parlamentosu seçimleriyle Kıta Avrupası’nda (çoğunluğu temsil etmeseler de) ilk kez oy kullanan gençler arasında aşırı sağ ve popülist partilere eğilim gerçeğini kendi ülkesinde siyasi avantaja çevirme hesabı yapıyor. 

İngiltere’de İşçi Partisi’ne siyasi destekte ciddi bir azalma olduğu doğru. 

Ipsos araştırma şirketinin Haziran ayı sonunda yaptığı bir ankete göre Reform yüzde 34 ile birinci parti durumunda. İşçi Partisi ise yüzde 25 oranında bir destekle 2019’dan bu yana en düşük siyasi orana sahip. Starmer hükümetinden memnun olmayanların oranı ise yüzde 76’ya çıkmış. 

İşçi Partisi “daha sol eğilimli” olduğu düşünülen genç kesime oy hakkı vererek kendisine taze destek aramakla suçlanıyor. 

Ancak mesele fındık kabuğundaki fırtına etkisinde olabilir. Çünkü ülkede yeni seçmen olarak demokratik sisteme katılacak 16-17 yaşındakilerin sayısı 1.5 milyon civarında. 68 milyon 350 bin nüfusu olan İngiltere’de kayıtlı seçmen 48 milyonu biraz aşıyor. 

Bu nedenle çocukların seçimlere katılımında büyük siyasi bir dalgalanma beklenmiyor. Buna karşın ülke kamuoyu bu fikre oldukça karşı. 

More In Common düşünce kuruluşunun geçen yıl haziranda yaptığı bir araştırmaya göre halkın yüzde 47’si, yüzde 28 desteğe kıyasla oy verme yaşının düşürülmesine karşı. 

Independent gazetesinin bu hafta sitesinde yürüttüğü resmi olmayan bir ankete göre okurların yüzde 62 gibi ciddi bir kısmı 16 yaşındakilerin oy vermesine karşı çıkmış.

Gençler ikiye bölündü

16 yaş havuzundakiler için tablo biraz daha farklı. 

ITV News kanalının 500 genç arasında yaptırdığı bir araştırmaya göre yüzde 49’u oy verme yaşının 16’ya düşürülmemesi, yüzde 51’i ise düşürülmesi gerektiğini söylemiş. Ankete katılan gençlerin yüzde 18’i yarın seçim olsa oy vereceklerini de açıklamış. 

Aynı ankete göre o yaş grubundaki çocukların yüzde 33’ü İşçi Partisi, yüzde 20’si Reform, yüzde 18’i Yeşiller, yüzde 12’si Liberal Demokratlar ve yüzde 10’u da Muhafazakar Parti’ye oy vereceğini söylüyor. 

Kimi uzmanlara göre İşçi Partisi’nin korkusu aşırı sağcı Reform değil, oyları bölecek sol kanattaki diğer partiler olmalı. Özellikle de eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in yeni parti kurma söylentileri Londra’yı sarmışken…

Aynı ankette çocuklar en popüler siyasetçi olarak yüzde 12 ile Corbyn’i seçmiş. Starmer ve Farage yüzde 9 ile Corbyn’i takip ediyor. 

Çocuklardan en büyük desteği alan kamuya mal olmuş kişiler arasında yüzde 27 ile çevre eylemcisi Greta Thunberg var. Onu yüzde 21 ile Youtube ünlüsü Amerikalı Mr. Beast ve yüzde 17 ile ünlü televizyon sunucusu gazeteci Jeremy Clarkson izliyor. 

Yine de çocukların mesele olarak gördüğü konular gayet güncel ve gerçek. Yüzde 30’u ekonomiyi, yüzde 28’i sağlık sistemini, yüzde 25’i suç ve hukuki düzeni, yüzde 25’i İsrail-Filistin’i ve yüzde 23’ü göçü en önemli konular arasında sayıyor. 

16 yaşındakilerin oy vermesine karşı çıkanların elindeki en büyük argüman o yaştaki çocukların aile ve çevrelerinden etkilenmeye açık olacağı, olgun ve sağlıklı kararlar veremeyeceği yönünde. 

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu UNICEF’in bir araştırması bu argümanları çürütür nitelikte. 

Dünyanın yüzde 10’unda serbest

Dünyadaki çoğu ülke ve bölgede yaklaşık yüzde 90 oranında oy kullanma yaşı 18 ya da üstünde. Bugün 16-17 yaşındaki çocukların tüm seçimlerde oy kullanmasına izin verilen ülke ve bölgeler arasında Arjantin, Avusturya, Brezilya, Küba, Ekvador, Guernsey, Yunanistan, Endonezya, Man Adası, Jersey, Nikaragua, Kuzey Kore ve Doğu Timor var. 

Estonya, Almanya, İsrail, Porto Riko, İskoçya ve Galler’de olduğu gibi, 16 veya 17 yaşındakilerin en azından bazı seçimlerde (örneğin yerel veya eyalet seçimlerinde) oy kullanmasına izin veriliyor. 

Belçika, Avusturya, Almanya ve Malta’da 16 yaşındaki çocuklar ve Yunanistan’da 17 yaşındakiler Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy kullanabiliyor. ABD’de bazı eyaletlerde, genel seçimden önce 18 yaşına girecek olan 17 yaşındakiler başkanlık veya kongre ön seçimlerinde ya da parti toplantılarında oy kullanabiliyor.

UNICEF bugün çoğu ülkede ergenlerin yalnızca beşte birinin (18-19 yaş) oy kullanma hakkına sahip olduğunu bunun dünya nüfusunun yüzde 16’sına denk geldiğine işaret ediyor. Bu durumun ergenlerin büyük bir bölümünü siyasi ve kamusal yaşama katılımdan mahrum bıraktığını ve bu kesimin görüşlerinin ve hayallerinin dikkate alınmadığını söylüyor. 

Manipülasyona açıklar mı?

Üstelik UNICEF’e göre çocukların bilişsel yetilere sahip olmadığını, yeterince bilgili veya siyasete katılım göstermediklerini ya da manipülasyona karşı çok savunmasız olduklarını iddiasının nörobilim ve psikoloji alanlarında son araştırmalarla pek de desteklenmiyor.

UNICEF önemli sayıda uzmanın 16 yaşındaki bir bireyin siyasi kararları bağımsız olarak verebilecek yeterli bilişsel ve eleştirel düşünme yetisine sahip olduğunu da belirtiyor.

Ergenlerin dış etkiler ve manipülasyona karşı savunmasızlığı konusunda ise aynı risklerin yaşlı seçmenler için de geçerli olduğu tezi var. Kimi kaynaklar yaşlı seçmenlerin sahte haber sitelerini genç seçmenlere kıyasla daha fazla paylaştığını öne sürüyor. UNICEF araştırmalarıysa çocukların çevrimiçi ortamda karşılaştıkları bilgilerin doğruluğunu değerlendiremediklerini hissettiklerini ortaya koymuş.

Ben de “anket” yaptım!

Özellikle İngiltere’de seçimler emeklilerin tercihleriyle şekilleniyor. 60 yaşın üstündeki seçmen sayısı 40 yaş altındaki seçmenden daha yüksek. Hatta bu tartışmada bazıları seçmenlerde bir tavan yaş getirilmesi ve 80 yaşın üstündekilerin oy kullanmaması gerektiğini dahi savunuyor.

İngiltere harıl harıl 16 yaşındaki çocukların oy vermesine yönelik araştırmalar yürütürken ben de boş durmadım ve evdeki 16 yaşındakine hızlı bir anket yaptım.

Müstakbel seçmen “dış görünüşe ve popülariteye önem veren, haberleri TikTok’tan alan bir kesim ülke için neyin iyi olacağını bilemez” deyip meseleyi kestirip attı. 

Oysa bu cümle her yaştan seçmen grubunu kapsıyor. Gençlerden ümidini hiç kesmeyen bir orta yaşlı olarak 16 yaşındakilerin siyasi hayata katılmalarını ben şahsen destekliyorum. 

Starmer siyasi kariyeri için bir hamle yapmış olabilir. Ancak bu yatırımdan gençlerin daha avantajlı çıkacağı fikri bende ağır basıyor. 

Elon Musk Hollywood’un ortasına Tesla restoranı açtı

Kurucusu Musk’ın Trump yönetiminde yer almasının ardından zor günler geçiren Tesla, Los Angeles’ta bir ‘diner’ açtı. 80 hızlı şarj istasyonu bulunan restoranda robotlar servis yapıyor, burgerler Cybertruck şeklinde kutularda sunuluyor

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

ABD’de Donald Trump yönetimine katıldıktan sonra muhaliflerin tepkisiyle Tesla’sı irtifa kaybeden; daha sonra Trump’la ters düşerek onun da destekçilerinin tepkisini çeken Elon Musk, Los Angeles’a bir restoran açtı. Hollywood’daki ‘diner’ stili Tesla restoranda, robot garsonlar da servis yapıyor. Restoranın kapıları herkese açık olsa da Tesla sahipleri arabalarının dokunmatik ekranından sipariş verebilecek.

Yaklaşık 864 metrekarelik bir alana yayılan restoranda yemeklerini araçlarında yemeyi tercih eden müşterilere de garsonlar kaykaylarıyla servis yapıyor. Restoranın etrafında elektrikli araba sahiplerinin araçlarını şarj edebilmesi için 80 hızlı şarj istasyonu var. Müşteriler için ayrıca 20 metrelik LED ekranları olan açık hava sineması var. Tesla kullanıcıları, burada hangi filmlerin gösterileceğini araçlarının ekranındaki takvimden takip edebilecek.

Menüde bir klasik Amerikan restoranında görmeye alışık olduğunuz hamburger, sosisli sandviç, tavuk kanat gibi seçenekler var. Ancak müşterilere wagyu ve buzlu matcha latte gibi daha yenilikçi seçenekler de sunuluyor. Ayrıca restoranın imza burgeri olan ve 13.50 dolara satılan Tesla Burger, Cybertruck şeklinde bir kutuda servis ediliyor.

“Geleceğin restoranı” olarak lanse edilen Tesla Diner’ın en dikkat çekici özelliklerinden biri de robot garsonları. Tesla’nın ürettiği Optimus robotu, müşteriler için patlamış mısır servis ediyor.

Tesla bir yandan da Holly-wood’daki bu noktanın markanın hayranları için bir buluşma yeri haline gelmesini umuyor. İçeride Tesla temalı birçok ürün satılıyor. Bir yandan da burası Los Angeles’taki en büyük hızlı şarj istasyonu. Binanın batı tarafındaki şarj istasyonları güneş panelleriyle kaplı ve Tesla’ya göre bu paneller, tesisin karbondioksit emisyonlarını yılda yaklaşık 12 milyon kilogram azaltacak.

Musk, “Başarılı olursak Tesla bunları dünyanın büyük şehirlerinde açacak” dedi. Restoranın merkezinde iki sektör duayeni yer alıyor: Tartine, Mian, Paloma ve Firstborn gibi mekanların sahibi restoran işletmecisi Bill Chait, Foundry ve Patina’nın eski şefi ve MrBeast Burger’in mutfak şefi Eric Greenspan. 


İç savaştan önce Şam’da görev yapan son Türk Büyükelçi Önhon anlatıyor: Suriye’de ‘geçmişe dönüş’ tehlikesi

Suriye’nin güneyinde yaşanan mezhepsel çatışmalar, ülkenin geleceği hakkında büyük soru işaretleri yarattı. Türkiye’nin eski Şam Büyükelçisi Ömer Önhon, krizin büyümesiyle Suriye’deki istikrarsızlığın geçmişte olduğu gibi tekrar Türkiye için ciddi sorunlar yaratabileceğini vurguladı

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Suriye’nin güneyinde geçen hafta son zamanların en kanlı mezhep çatışmalarından biri yaşandı. Bu hafta başında da ateşkese rağmen bazı bölgelerde süren Durzi milisler ve Bedevi gruplar arasındaki çatışmalarda 13 Temmuz’dan bu yana binden fazla insanın hayatını kaybettiği belirtiliyor. Durziler, çatışmaları bastırmak için bölgeye gönderilen Şam kuvvetlerinin de Bedevilere destek verdiğini iddia etti. Dürziler üzerinde etkili olduğu bilinen İsrail, Suriye’nin güneyinin yanı sıra Şam’da cumhurbaşkanlığı sarayı ve savunma bakanlığı binasını vurdu.

Türkiye’nin eski Şam Büyükelçisi Ömer Önhon, son dönemdeki gelişmelerle ülkenin parçalanma ihtimali hakkında endişelerin arttığını söyledi. Önhon ayrıca ülkenin güneyinde yaşananların bölgesel iç savaş olarak nitelenebileceğini ve bunun ülkenin geneline yayılma ihtimalinin yok sayılamayacağını belirtti. Suriye’nin yine istikrarsızlık üreten bir bölge haline gelmesinin Türkiye için geçmişte olduğu gibi tekrar göç akını ve terör tehdidi gibi sorunlar yaratabileceğini vurgulayan Önhon, İsrail’in Suriye’de istikrarın önünde en büyük engellerden biri haline geldiğini belirtti.

Son gelişmelerle birlikte Suriye’de stabilizasyon döneminin sonuna mı geldik?

Zaten Esad’ın devrilmesiyle Suriye’de her şey yoluna girdi, bütün sorunlar sona erdi resmi yanlıştı. Ne oldu? Suriye’de aslında krizin bir evresinden başka bir evresine geçilmiş oldu. Yani sorunlar aslında hâlâ devam ediyor. Henüz hiçbir konuda nihai çözüm sağlanamadı. Birçok meselenin çözümü için yapılan hamleler de çoğu zaman yeni meseleler doğuruyor. Şimdi yeni bir Suriye kuruluyor. Yani bunlara bir nevi doğum sancısı olarak bakmak lazım. Eskiden beri gelen sorunların tezahürünü görüyoruz şu anda. 

Peki tekrar bir iç savaş tehlikesi var mı?

Ülkenin belli bölgelerinde yaşananları  bölgesel iç savaş olarak niteleyebiliriz. Yani Dürzilerle merkezi hükümet ve Bedeviler arasında yaşanan çatışmaya bu şekilde bakmak mümkün. Bunun ülke geneline yayılması ihtimali mevcut ortamda hiç yok denemez. Ama öyle olmayacağını umuyoruz tabii ki. 

Mevcut durumdan Türkiye nasıl etkilenebilir?

Türkiye yıllar boyunca Suriye’den kaynaklanan istikarsızlıktan doğan sorunların etkisinde kaldı. Bu ülkedeki iç savaş halinin sona erip istikrara kavuşmasını bekliyordu Ankara. Türkiye artık bir an önce bu istikrarın sağlanmasını istiyor. Eğer bu istikrarsızlık tekrar baş gösterir ve devam ederse; bölgesel çatışmalar sürer ve böyle bir iç çatışma ortamına evrilirse 2012’den beri karşılaştığımız sorunların belki daha da ağırlarıyla karşılacağız. Gene aynı sorunlar kapımızı çalacak. 

Ne olabilir bu potansiyel sorunlar?

Suriye yine istikrarsızlık üreten bir yer haline gelirse ekonomik sıkıntılar, göç akını, terör sorunları baş gösterecektir. Çünkü güvenlik boşluğu oluşacak. Geçmişe dönmüş olacağız. Dolayısıyla güneyimizde istikrarsızlık değil de, istikrar üreten bir ortamın olması çok önemli. 

Suriye’de Türkiye ve İsrail arasında ciddi bir rekabet alanı oluştu. Güneyde yaşanan çatışmalarda İsrail’in Dürziler üzerinde etkili bir faktör olduğunu biliyoruz. Bu rekabeti nasıl okumalıyız?

İsrail maalesef Suriye’de yaşananlar üzerinde son derece olumsuz bir faktör. Esad’ın devrilmesinden bu yana Suriye üzerindeki müdahalelerini sıklaştırdılar. Sürekli ülkeyi hedef alıyorlar. Bunlar Suriye’nin istikrarlı bir ülke haline gelmesinde ciddi engeller yaratıyor. 

Türkiye ile İsrail arasında zaten yıllardır süren bir gerginlik var. Suriye üzerinden bu bir ara daha da somutlaştı ve iki ülkenin karşı karşıya gelebileceği konusunda endişeler çıktı ortaya. Sonra, sanırım özellikle ABD’nin araya girmesiyle ve iki tarafın doğrudan çatışmanın kendileri için yarattığı zararın bilincinde olmalarıyla diplomasiye fırsat verildi. Taraflar Bakü’de buluştu. Çatışma önleme temelinde görüşüldü, bir nevi temas sistemi, mekanizma oluşturuldu.Bu görüşmeler gerilimin düşürülmesi üzerineydi. Yani bir tarafta gerilim yükselirken, bir tarafta diyalog kanalı açıldı. Yetkililer de Türkiye ve İsrail’in bir şekilde temas ettiğini doğruluyor. 

Ama orası dar bir alan, yani karşı karşıya gelme riski var iki ülkenin. Öbür taraftan tarafların diplomasiye başvurmaya, bazı sorunları böyle çözmeye meyilli olduklarını görüyoruz.

Şam’daki izlenim yazınızda Şara’nın yapılacak bir seçimi kazanacağını düşündüğünüzü yazmıştınız. Son olaylardan sonra da aynı fikirde misiniz?

Şam üzerinden baktığımda evet. Şara’nın hem söylemleri hem de eylemleriyle Suriye’yi bu dönemde yönetebilecek bir figür haline gelmiş olduğu düşünülüyor. Ancak geçen zamanda azınlıklar arasında kendisine bir güvensizlik olduğunu görüyoruz.  Bir taraftan kuzeyde Kürtlerle, YPG’yle, öbür taraftan şimdi Dürzilerle, işte sahil bölgesinde Alevilerle böyle ciddi bir gerginlik görüyoruz. Durum bu olunca, Suriye’nin geleceğiyle ilgili de bazı tereddütler doğmaya başladı. 

Bu üçüncü tarafların müdahaleleri devam ettikçe ülkede istikrar sağlanması çabaları çok da kolay sonuç vermeyecek gibi görünüyor. Mesela öncelikli olarak ülkenin ekonomik olarak toparlanması lazım. Fakat bu çatışmalar devam ettikçe kolay değil. Birtakım ümit verici gelişmeler olmuştu; Tartus ve Lazkiye limanlarına yapılacak yatırımlar gibi. Enerji Bakanı da buraya gaz verileceğini söylemişti. ABD Suriye’ye uygulanan yaptırımları kaldırdı.

Bütün bunlar çok olumlu gelişmeler. Ancak mevcut olaylar tabii ülkenin ne tarafa doğru evrileceğine dair soru işaretleri yarattı.

İsrail’in buraya müdahalesinin birçok bakımdan çok olumsuz olduğunu onun için söylemiştim. Üçüncü ülkelerin bu yoldaki müdahaleleri Suriye’de olumluya gidişe yönelik çabaları sekteye uğratıyor.

Paylaştıklarınızdan en dikkatimi çeken şeylerden biri de Şam’da Trump’a teşekkür etmek için hazırlanan panolar. Bunu nasıl okumak lazım? Halkın Batı’ya bakışında bir değişim var mı?

Suriye halkı yıllardır o kadar çekti ki onlar da biraz olsun rahatlamak istiyorlar. Bu rahatlamayı sağlayacak olan ne varsa ona sempati duymaya hazır gibiler. Savaş, yokluk vs. çok ızdırap çektirdi bu ülkeye. Dolayısıyla bu rahatlama nereden gelirse gelsin ona sempati duymaya hazırlar. Şara hükümetinin de ABD’yle belli seviyede ilişkisi var. Şu veya bu şekilde Washington’dan destek aldı. Suriye halkına yapılabilecek en büyük katkı yaptırımların kalkmasıydı. Bu bağlamda ABD’ye şükran duygularını böyle enteresan ve görünür bir şekilde ifade etmişler. Üzerinde hakikaten çok konuşulacak yönleri olan bir teşekkür ve teşekkür tarzı ortaya çıkmış. Şam’ın ortasında gördüğümüz panoların hikayesi bu. 

Mevcut durumda en olası senaryo ne? 

Ortada çok sayıda senaryo var. Tabii ki en temenni edilen ülkenin düze çıkması ve istikrarsızlık değil, istikrar üreten bir yer haline gelmesi. Fakat önümüzde ekonomik olarak düzlüğe çıkmış, istikrarlı ve ülkenin birliğini koruyan bir Suriye’den parçalanmaya kadar birçok senaryo var. Bu senaryolardan hangisinin gerçekleşeceği Suriye içindeki ve üçüncü ülkelerden kaynaklanan dinamiklere bağlı olacak. Mesela demin de dediğim gibi İsrail, Suriye’de ciddi bir istikrarsızlık yaratıyor ve bunu körüklüyor. Çünkü mümkünse zayıf ve parçalara bölünmüş bir Suriye görmek istiyor. Türkiye ise ülkenin birliğini muhafaza eden güçlü bir Suriye görmek istiyor. Yani üçüncü ülkelerin gündemleri ve farklı öncelikleri bu ülkenin gidişatını ciddi şekilde yönlendiriyor. 

Bir ay evvel baktığımızda Suriye’de olumlu bir gidişat daha olası duruyordu. Son dönemde konjonktür yine değişti, yaşanan olaylar ülke parçalanmaya mı gidiyor endişelerini canlandırdı. Bu riski ortadan kaldırmak ve ülkeyi bir arada tutmak için Suriye’deki gruplar arasında bir mutabakat zemini oluşturulması çok önemli. Yapılması, yazması ve söylemesi kadar kolay değil tabii. Suriye’nin istikrar üreten bir yer haline gelmesi hepimiz için çok önemli, umudumuz bu yönde. 


Fosilciler için kötü dünya için iyi haber

2024 yılında kurulan yeni elektrik üretimi kapasitesinin yüzde 92.5’i yenilenebilir kaynaklardan geldi

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Geçen yıl dünya genelindeki yeni elektrik kapasitesi eklemelerinin büyük bölümünü temiz enerjiler oluşturdu. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres yenilenebilir enerji maliyetindeki keskin düşüşle birlikte bu durumun “fosil yakıtların yolun sonuna geldiğini” gösterdiğini söyledi.

Guterres New York’ta yeni bir BM raporunu sunarken yaptığı konuşmada “geleceğin temiz enerjide olduğu iddiası vaat olmaktan çıkıp gerçeğe dönüştü” dedi. 

Uluslararası Enerji Ajansı, Dünya Bankası, Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), OECD ve IMF verilerinden derlenen rapora göre 2024 yılında yeni elektrik kapasitesi artışının yüzde 92.5’ini ve elektrik üretimindeki büyümenin yüzde 74’ünü yenilenebilir enerji kaynakları oluşturdu.

Guterres geçen yıl temiz enerjiye 2 trilyon dolar yatırım yapıldığını, bunun fosil yakıtlara yapılan yatırımdan 800 milyar dolar fazla olduğunu ve 10 yılda neredeyse yüzde 70 artış gösterdiğini söyledi.

Çin atılımda 

BM raporuna göre geçen yıl Çin temiz enerji sektörü ülke ekonomisinin yüzde 10’unu ve GSYİH büyümesinin dörtte birini oluşturdu.

BM raporu 2015-2024 yılları arasında küresel yenilenebilir enerji kapasitesinin yaklaşık 2 bin 600 gigawatt arttığını, fosil yakıt kapasitesindeki artışın ise 640 gigawatt olduğunu gösteriyor. Geçen yıl yayınlanan bir araştırmaya göre dünya ilk kez 2023’te enerjisinin yüzde 30’unu yenilenebilir kaynaklardan üretti. Ember isimli prestijli think-tank’e göre geçen yıl yenilenebilir enerjinin payı yüzde 41’e çıktı. BM 2030’da oranın yüzde 46’ya varacağını öngörüyor.

Guterres’in konuşmasıyla aynı günlerde yayınlanan IRENA raporu da son 15 yılda yenilenebilir enerji maliyetlerinin önemli ölçüde düştüğünü ortaya koyuyor. Rapora göre dünya genelinde yenilenebilir enerji kaynaklarının yüzde 90’ından fazlası, en ucuz fosil yakıt alternatifinden daha düşük maliyetle elektrik üretiyor.

IRENA’ya göre en ucuz fosil yakıt alternatiflerine kıyasla fotovoltaik güneş pilleri ortalama yüzde 41, karadaki rüzgar projeleri ise yüzde 53 daha ucuz.

Fosil yakıt kullanımı insan kaynaklı iklim değişikliğinin en büyük nedeni olmaya devam ediyor. 2024 kayıtlara geçen en sıcak yıl oldu. Guterres yenilenebilir kaynakların enerji güvencesi için de çok önemli olduğunu söyleyerek 2022’deki enerji krizinde fosil yakıtların rolüne dikkat çekti. “Güneş ışığının fiyatına zam gelmiyor. Rüzgara ambargo koyulmuyor” diye konuştu.

Dünya nüfusunun yaklaşık dörtte üçü fosil yakıt ithalatçısı ülkelerde yaşıyor. BM’ye göre söz konusu ülkeler bu nedenle “fiyat dalgalanmalarına, enerji kesintilerine ve jeopolitik çalkantılara” maruz kalıyor.

Yapay zeka da daha fazla enerji istiyor. Talepteki bu artışın sistemler üzerinde yoğun baskı yarattığını söyleyen Guterres tüm teknoloji şirketlerini 2030 yılına kadar veri merkezlerini yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle çalışır hale getirme sözü vermeye çağırdı. 


Oylama olmadan meclis tatile

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson, Jeffrey Epstein dosyalarının açıklanmasıyla ilgili oylama için yakın zamanda bir plan yapmadıklarını belirtti. Johnson, CNN’e yaptığı açıklamada, Cumhuriyetçi Parti üyelerin sunduğu ve Epstein’a ait ek dosyaların yayınlanmasını talep eden bir karar tasarısını, Temsilciler Meclisi’nin yaz tatili öncesi mesai yapacağı son hafta içinde sunma planı olmadığını söyledi.

Davanın savcısı görevden alındı

Ardından Adalet bakanlığı, Epstein’ı kovuşturan federal savcı Maurene Comey’i görevden aldı. Comey, Trump’ın 2017’de kovduğu eski FBI Direktörü James Comey’in kızı. Comey, kız çocuklarına cinsel istismar ve fuhuş ağı oluşturmaktan tutuklu yargılanırken ölü bulunan milyarder Epstein’a  ve “Diddy” lakabıyla tanınan rapçi Sean Combs’a karşı açılan davalarda savcılık yapmıştı. Eski CIA ve  FBI Başkanlarına “görevi kötüye kullanma” gerekçesiyle soruşturma başlatılmıştı.


‘Yok edilme zamanı’ geldi mi?

Murdoch medya gücüyle birçok siyasinin ya iktidara gelmesine ya da iktidarda kalmasına yardım etti. Ancak her zaman kazananın yanında oldu. Artık Trump’ın sonunun geldiğine inanmış olabilir...

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Gazetecilik profesörü Andrew Dodd, Coversation sitesine Murdoch-Trump kavgasını yorumladı: Rupert Murdoch, ABD’nin zorbalıkla yönetilen başkanına karşı duran bir beyaz şövalye haline gelirse, dünya tersine dönmüş demektir.

Bu medya patronunun ABD televizyon ağı Fox News, Donald Trump’ın 2020 başkanlık seçim sonuçlarıyla ilgili büyük yalanını aktif olarak destekledi ve bunun için 787 milyon dolar tazminat ödedi. Aynı zamanda, eski Fox sunucusu ve şu anda tartışmalı Savunma Bakanı Pete Hegseth de dahil olmak üzere Trump’ın yakın çevresinin birkaç üyesini sağlayan da bu ağ.

Trump kıskaca alınmış durumda. Bir tarafta, The Wall Street Journal, Trump’ın gümrük vergileriyle ilgili radikal girişimine derin şüpheyle yaklaşan, okur yazar ve varlıklı Amerikalılara hitap eden saygın bir gazete. Gazete, bir başyazısında bu girişimi “tarihin en aptalca ticaret savaşı” olarak nitelendirmişti.

Hedef MAGA tabanı

Diğer tarafta ise, yıllardır Epstein’ın 2019’daki intiharının, sözde derin devlet, Demokrat elitler ve şüphesiz Clintonlar’ın da dahil olduğu büyük bir komplo olduğu söylenen komplo teorilerine susamış MAGA tabanı var.

Murdoch ve Trump’ın ilişkisi uzun süredir devam ediyor, ancak karmaşık. Bu ilişkiyi anlamanın anahtarı, her iki adamın da acımasızca çıkarcı olmasıdır. 1980’lerde ve 90’larda Murdoch’un New York Post gazetesinde yer almak, Trump’ın itibarını inşa etmek için çok önemliydi.

Murdoch, şimdi aklı başında tüm Amerikalıların bildiği şeyi biliyor: Trump tehlikeli olmasa da, kesinlikle tuhaf biri. Bu da elbette Murdoch’un Trump’ın iktidara yükselişindeki suç ortaklığını ve Fox News’un Trump’ı desteklemeye devam etmesini daha da korkunç hale getiriyor.

Ancak Murdoch’un kariyeri boyunca iktidarla olan ilişkisine bakıldığında, onun yaratmasına yardım ettiği şeyleri yok etmeye de yardım ediyor. Belki de şimdi Trump’ın yok edilme sırası geldi. 


Beyaz Saray’da Netanyahu rahatsızlığı: “Kontrolden çıkmış bir deli adam”

İsrail'in geçen hafta Şam’a yaptığı saldırıların ardından Trump yönetiminde Netanyahu hakkında rahatsızlığın arttığı belirtiliyor

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

İsrail’in geçen hafta Suriye’nin başkenti Şam’daki cumhurbaşkanlığı sarayı ve savunma bakanlığı binasını hedef alması, ardından Gazze’de bir kilisenin vurulması Beyaz Saray’da kaosa sebep oldu. Axios’un aktardığına göre bazı Beyaz Saray yetkilileri İsrail Başbakanı Netanyahu’nun kontrolden çıktığını düşünüyor. 

Axios’a konuşan bir Beyaz Saray yetkilisi, “Bibi deli bir adam gibi davrandı. Her dakika her şeyi bombalıyor” dedi. Bir başka yetkili ise Suriye saldırısının ardından geçen perşembe günü de Gazze’de bir Katolik kilisesinin vurulmasının üzerine ABD Başkanı Donald Trump’ın Netanyahu’yu arayarak bir açıklama istediğini belirtti. Aynı yetkili, İsrail lideri için, “Her gün yeni bir şey çıkarıyor. Ne halt yiyor?” ifadelerini kullandı. 

Üçüncü bir yetkili, Trump yönetimi içinde Netanyahu ile ilgili soru işaretlerinin büyüdüğünü söyledi. “Netanyahu bazen bir çocuk gibi davranıyor” diyen yetkili, Trump yönetimi içinde Netanyahu’nun çok saldırgan olduğu ve hedeflere zarar vermeye başladığı hissiyatının yayıldığını belirtti.

Netanyahu’nun Suriye’de cumhurbaşkanlığı sarayını hedef almasının Beyaz Saray’ı hazırlıksız yakaladığı belirtiliyor. ABD’li bir yetkili, “Bu saldırı Beyaz Saray için bir sürprizdi. Başkan televizyonu açtığında barış sağlamaya çalıştığı bir ülkeye bomba yağdığını görmeyi sevmez” dedi.


Batı’da İsrail’e tepki büyüyor

Aralarında Fransa ve İngiltere de bulunan 25 ülke, Gazze’de insanların çektiği ızdırabın “yeni bir seviyeye” ulaştığını söyleyerek saldırıların hemen sonlandırılması için çağrıda bulundu. Ortak açıklama, Batılı ülkelerin İsrail’e karşı sertleşen söyleminin en yeni örneği olarak kayıtlara geçti

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Avustralya, Avusturya, Belçika, Kanada, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, İzlanda, İrlanda, İtalya, Japonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Yeni Zelanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovenya, İspanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Krallık dışişleri bakanlarının imzalarını taşıyan bildiride “Savaş hemen şimdi sona ermek zorundadır” denildi. Avrupa Birliği’nin eşitlik, hazırlık ve kriz yönetimi komiserinin de imzacı olduğu belirtildi.

İmzacılar Gazze’deki sivillerin daha önce görmedikleri seviyede kötü şartlarla karşı karşıya olduğunu belirtirken müzakereyle bir ateşkes sağlanması gerektiğini ifade etti. Açıklamada ayrıca Hamas’a İsrailli tutsakları serbest bırakma ve İsrail’e de bölgeye özgürce yardım girmesine izin vermesi çağrısı yapıldı. 

25 ülke, “yardımın damla damla verilmesi ve su ve gıda gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamak isteyen sivillerin, çocuklar da dahil olmak üzere, insanlık dışı bir şekilde öldürülmesini” kınadılar. 

Bildiride İsrail’in yardım sisteminin insanlık onuruna aykırı olduğu da ifade edildi: “İsrail hükümetinin yardım modeli tehlikeli, istikrarsızlığı körüklüyor ve Gazzelilerin insanlık onurunu elinden alıyor. İsrail hükümetinin sivil nüfusun temel insani yardımlara erişmesini engellemesi kabul edilemez. İsrail, uluslararası insani hukuk altındaki yükümlülüklerine uymak zorundadır.”

İngiliz bakan: Tiksiniyorum

İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy, salı günü BBC’ye verdiği söyleşide Gazze’deki sivillerin içinde bulunduğu kötü durumdan dehşete düştüğünü ve tiksindiğini söyledi.

Aynı gün Sky News’a da bir söyleşi veren Lammy, Gazze’de yakın zamanda ateşkese ulaşılamazsa İsrail’e karşı daha sert adımlar atabileceklerini belirtti. 

“İnsanlık dışı”

Gazze’deki insani durumun giderek kötüleştiğini belirten Lammy, İsrail’in uygulamaları karşısında daha önce İsrailli bakanlara yaptırım uyguladıklarını, serbest ticaret görüşmelerini durdurduklarını ve bazı silah ihracat lisanslarını askıya aldıklarını hatırlattı. Bakan, “İlerleyen zamanlarda istediğimiz ateşkesi görmezsek partnerlerimizle başka adımlar atmayı da değerlendireceğiz” dedi.

Lammy ayrıca pazartesi günü parlamentoda yaptığı konuşmada İsrail’in yardım sisteminin “insanlık dışı” ve “tehlikeli” olduğunu söyledi ve İngiltere’nin bu uygulamaya karşı olduğunu vurguladı. Bakan, ayrıca yardım almaya çalışan Filistinlilerin öldürülmesini kınadı. 


Siz diziye gülerken komşuda çocuklar “ikincil hasar” olarak öldü

Bu sözler, İsrail’in en çok satan gazetesi Yediot Aharonot’ta genelde ironik ve komik yazılar kaleme alan ünlü İsrailli yazar Etgar Keret’in köşesinde yer aldı. Keret, “Yatağınızdayken birkaç kilometre ötede komşularınızın öldüğünü hatırlayın” yazdı

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Tel Aviv sokaklarında yürürken, endişeli yüzlerle koşturup duran insanları izlerken savaşta olan bir ülkede yaşadığımızı unutmak çok kolay. Üzerimizden geçen savaş uçakları ara sıra bunu hatırlatıyor, ama genellikle başka şeyler kafamızı meşgul ediyor. Trump bir gün İsrail ile Hamas arasında ateşkes olacağına dair iyimser bir tahminde bulunuyor, ertesi gün ise dikkati Ukrayna savaşına kayıyor. Burada, İsrail’de, dikkatimiz, İsraillilerin yüzde 80’inden fazlasının savaşın derhal sona ermesini istediğini gösteren bir anket ile prime time’da yayınlanan bir yemek yarışmasının finali arasında gidip geliyor. Düzenli olarak yeni bir askerin öldürüldüğü haberleriyle şaşırıyoruz. Ve bu sarsıcı gerçekliğin ortasında, her zaman var olan bir şey var.

Rehinelerin yakında eve döneceği umuduna sarıldığımız günler var, umudumuzun kalmadığı günler de var. Askerlerin öldüğü günler var, ölmedikleri günler var. Netanyahu’nun koalisyonunun çöküşün eşiğinde gibi göründüğü günler var, bu hükümetin sonsuza kadar başımızda kalacağını hissettiğimiz günler var. Ama değişmeyen tek bir şey var: Son dört aydır neredeyse her gün Gazze’de iki veya üç haneli sayılarda siviller öldürülüyor. Mutlu günlerinizde ve üzücü günlerinizde; şehit bir asker için ağladığınızda ve televizyonda komedi programlarına güldüğünüzde; tatil için Yunanistan’a gittiğinizde ve eve dönmek için gittiğiniz havaalanında mahsur kaldığınızda; askere çağrıldığınızda ve grip olduğunuzda... Her birinde, evinizden iki saatlik mesafede, çocuklar, erkekler ve kadınlar “ikincil hasar” olarak öldüler. Her gece yatağa girip gözlerinizi kapattığınızda, çok uzak olmayan bir yerde, tanımadığınız insanlar son nefeslerini veriyorlar. Aileler tamamıyla siliniyor. Sabahları telefonunuza bakmak için gözlerinizi açtığınızda, İsrail heyetinin müzakereler için Katar’a gittiğini mi, yoksa yeni bir iç siyasi kriz olduğunu mu öğreneceksiniz? Ekrana bakmadan önce, insanların öleceği bir güne daha uyandığınızı bilin. Komşularınız ölüyor.

Bu ölümler dünyayı sarsmıyor. Kanal 12 haberlerinde yer bulamıyor. Neredeyse haberleştirilmiyor. Ama bu ölümler sürekli yaşanıyor. Keyfi şekilde öldürülüyorlar. Hiçbir amaca hizmet etmiyor. Gazze’deki ceset yığını büyüyor. Bununla birlikte rehineler için saat geri saymaya devam ediyor. Ölecek askerlerin habercisi oluyor.  Aslında her gün bize içine düştüğümüz askeri uçurumu hatırlatıyor. Her gün onlarca, yüzlerce insanın ölümünün rutin hale geldiği bir uçurum. 


Üç kutuplu dünya

Wells Fargo bankası ekonomistleri dünyanın ABD, Çin ve Avrupa Birliği önderliğindeki üç ticaret blokuna ayrıldığı bir senaryo hazırladı. Fortune dergisinin haberine göre ABD Başkanı Donald Trump’ın başlattığı ticaret savaşı bu kutuplaşmayı körüklüyor. Liste Türkiye’yi Avrupa blokuna yerleştirdi

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

Ticaret önündeki bariyerlerin alçak, karşılıklı ekonomik bağımlılığın yüksek olduğu dünyanın sonu geliyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın başlattığı ticaret savaşı bu trendi daha da körüklüyor. Mevcut ortamı değerlendiren Wells Fargo ekonomistleri dünyanın ABD, Çin ve Avrupa Birliği önderliğindeki üç ticaret blokuna ayrıldığı bir senaryo hazırladı.

Aslında Donald Trump bu yıl başında ticaret savaşını başlatmadan önce de küreselleşme mevzi kaybediyordu.

Ama Trump’ın gümrük vergileri bu trendi hızlandırdı. Amerika’nın müttefikleri şimdilerde ülkenin dünyadaki rolünü sorguluyor. Hatta nisan ayında Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, “Bildiğimiz Batı artık yok” demekten kendini alamadı. 

Trump gümrük vergilerindeki maksimum oranları aşağı çekse de yakın gelecekte tamamen kaldıracakmış gibi görünmüyor. 

Geçen ay ABD merkezli finansal hizmetler devi Well Fargo’dan ekonomistler dünyanın Amerika, Çin ve AB liderliğinde üç ticaret blokuna ayrıldığı hipotetik bir senaryo hazırladı. 

ABD bloku Batı yarımkürenin büyük bölümünün yanı sıra Amerika’nın Asya ve Orta Doğu’daki geleneksel müttefiklerini içeriyor. Çin blokunda Rusya’ya ek olarak Doğu ve Orta Asya’nın büyük bölümü, Afrika’nın en büyük ekonomileri ve Latin Amerika ile Orta Doğu’dan birkaç ülke yer alıyor. En küçük grup olan AB bloku ise Avrupa Birliği’ne ilaveten İngiltere, İzlanda, Norveç, İsviçre, Türkiye ve Ukrayna’yı içeriyor. 

Wells Fargo’nun açıklamasında, “Deglobalizasyonun kökeni ABD ile Çin arasındaki jeopolitik ve ekonomik rekabete dayanıyor. Son gelişmeler küresel ekonomik düzenin daha da parçalanma ihtimalini artırıyor. Özellikle de Avrupa Birliği’nin jeopolitik ve ekonomik açıdan kendi rotasını çizip başka yönde ilerlemesi artık imkansız görünmüyor” ifadeleri kullanıldı. 

Küreselleşme tersine dönerse... 

Wells Fargo’ya göre Trump’ın gümrük vergilerine yönelik hukuki itirazlar sonuç vermeyecek ve fiili vergi oranı yüzde 14 civarında kalacak. Bu oran Trump’ın 4 Temmuz’da açıkladığı iddialı rakamların epey altında olsa da 2024 sonundaki yüzde 2.3’lük efektif orana kıyasla ciddi yükseliş anlamına geliyor.

Wells Fargo’nun incelemesinde küresel GSYİH’in yüzde 97’sini ve küresel ihracatın yüzde 93’ünü oluşturan 100 ülkeye bakıldı. Ardından bu 100 ülke üç gruba ayrıldı. 

Serbest ticaret daha kârlı

ABD bloku 2023 yılında global GSYİH’in neredeyse yarısını, AB ve Çin blokları ise yaklaşık birer çeyreğini oluşturuyordu. 

Wells Fargo’nun yaptığı tahmine göre, her blokun diğerine genel olarak yüzde 15’lik gümrük vergisi uyguladığı üç kutuplu bir dünyada, 2025-2029 döneminde küresel  reel GSYİH yüzde 9.1 büyüyecek. Buna karşılık ticaret serbest kalırsa büyüme yüzde 11’i bulacak.

Bu da dünyanın söz konusu dönemde 3.8 trilyon dolar GSYİH kaybına uğrayacağı anlamına geliyor. Başka bir deyişle her dört kişilik hane 1800 dolar kaybetmiş olacak. 

Wells Fargo’dan uzmanlar, “Gümrük vergilerinin büyüme aleyhindeki etkileri bu vergilerin yürürlüğe girmesinden sonraki ilk iki yıl içinde hissedilir. Ancak 2029’a kadarki dönemde küresel GSYİH seviyesi başlangıç seviyesine dönmeyecektir” diyor.


Birleşik Devletler Hayali: Cüzdanında parası kalmayan, kimliğini çıkarır

A+ Yazı Boyutunu BüyütA- Yazı Boyutunu Küçült

“Türkiye Birleşik Devletleri” formülü hem ütopik hem distopiktir: Federalizmin cazibesi kavramsaldır; içi doldurulduğunda gerçekte işleyen şey, parçalı bir karar alma yapısı ve artan temsil gerilimleridir. Bu da uzun vadede demokrasiye değil, siyasal kutuplaşmaya hizmet eder. Türkiye’nin ihtiyacı kimlik kotası üzerinden kurgulanan bir model değildir. Türkiye’nin temel meselesi, temsiliyetin azlığı değil, temsiliyetin kalitesizliğidir. Bugün yurttaşların devletle kurduğu ilişki güvensizlik, adaletsizlik ve dışlanmışlık üzerine kuruludur

Federalizm temelli söylemler, siyasal sistemin çeperlerinden çekilip gündem merkezine yerleştiğinde, genellikle bir çözüm arayışının değil devlet tahayyülünün sarsılmakta olduğunun işaretidir. Bu kavramın Türkiye gibi üniter yapısıyla övünen bir ülkede yeniden dolaşıma girmesi, konjonktürel bir siyasal gündemden çok daha fazlasını ima eder. 

Bir rejim yorgunluğu, bir merkez krizi…

Tam da bu nedenle, “Türkiye Birleşik Devletleri” gibi ifadelerin aniden yükselmesi rastlantı değil. AKP’li Metin Külünk’ün “Türkiye Birleşik Devletleri’ni kuracağız” şeklindeki açıklaması Cumhur İttifakı’na yakın çevrelerce dolaştırılan Osmanlıcı söylemlerle eş zamanlı gerçekleştiği için önemli. Bu söylemin tam manasıyla sahiplenilmemiş olmasına şaşırmayın. Zira biliyoruz ki mevcut iktidarın en sevdiği şey bir belirsizlik üzerinden oyun planını siyaseten test etmektir.


Devlet Bahçeli’nin “Cumhurbaşkanı’nın iki yardımcısı olsun, biri Kürt biri Alevi olsun” formülünün sızdırılmasıyla birlikte anlaşıldı ki, bu bir planın parçası ya da en azından siyaseten karşılığı ne olacak diye prova ediliyor. Haliyle bu muğlaklık bir kavram tartışmasının değil bir rejim mühendisliğinin habercisi diye düşünmek mümkün. Yok artık demeyin. Olmaz denen her şey oluyor. Bu rejim mühendisliğinin MHP için ne anlam ifade ettiği ya da Bahçeli’nin buradan ne temenni ettiği mevzusu başka bir yazının konusu. Ben bu yazıda şu durup durup hortlayan megalo idealar üzerine biraz oyalanmak istiyorum.

Federalizmi savunanlar iki pozisyondan birini alır

Bugün “Türkiye Birleşik Devletleri” gibi ifadeler, yalnızca semantik bir mevzu değil, aynı zamanda kurucu bir tahayyülün çatladığı bir “an”ın da habercisi. Ya da mevcut iktidarın o kurucu tahayyüle paye vermediğinin bir kez daha faş oluşu da diyebiliriz. Anlıyoruz ki devletin artık merkezi reflekslerle değil pazarlıklarla yönetilir olduğu bir ortamda federalizm bir “kaçış güzergahı” olarak değerlendirilmeye başlandı. Ayrıca, Ankara’daki diplomatik sahada ABD’nin etkili bir ismi olan, Lübnan kökenli Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack’ın Osmanlı “millet sistemi” övgüsü de aynı ideolojik motifle örtüşüyor. Barrack, bu sistemi farklı kimliklerin bir arada yaşadığı barışçı bir model olarak tanımlamış. Bu, halihazırda dolaşan bir Osmanlıcılık dalgasının, diplomatik temsilciler tarafından da meşrulaştırılma çabasının parçası gibi görünüyor.

Bu noktada Osmanlıcılığın Türkiye’de yalnızca ideolojik bir nostalji değil, aynı zamanda modern siyasal mühendisliğin bir aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Uğur Dündar’ın eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u ile yaptığı Sözcü Gazetesi’nde 23 Temmuz’da yayınlanan röportajında söyledikleri önemli: Osmanlı’da Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi akımların bir imparatorluğu ayakta tutmak için başvurulan geçici formüller olduğu, ancak hiçbirinin kurucu bir toplumsal sözleşmeye dönüşmediği açıktır. Bugün ise bu formüllerin modern versiyonları, yeni rejim dizaynlarının zeminini oluşturuyor. Özellikle Osmanlı’nın çok milletli yapısına yapılan romantik göndermeler, federalizm arayışlarına ideolojik bir zemin sunmakta. Ancak bu modelin ne Osmanlı’da ne de çağdaş dünyada siyasal bütünlük üretebildiğine dair yeterince tarihsel kanıtımız var. Kaldı ki anlamak istemedikleri, doğuda sınırları nereye uzanırsa uzansın imparatorluğun yüzünün hep Batı’ya dönük olduğu, Batı’ya doğru giden bir lokomotifin peşi sıra Doğu’da güç tahkim edebildiği. Şimdi ortada en ufak bir medeniyet iddiası kalmamış bir Türkiye çatı güç olsun istiyorlar. Hadi bütün prensipleri bir tarafa bıraktım sormuyorlar da, elimizde ne var da ne satacağız, kimi bu çatının altında toplanmaya nasıl ikna edeceğiz diye.

Türkiye’de federalizmi savunanlar, genellikle iki pozisyondan birini alır: ya Anglo-Amerikan yönetim modellerinden ilhamla bir “verimlilik” ve “yerindenlik” vurgusu yaparlar ya da çokkültürlülüğün temsili üzerinden “barışçıl bir birlikte yaşam mimarisi” önerdiklerini söylerler. Her iki söylem de kulağa hoş gelen bir tahayyül sunar: Bir yanda karar alma süreçlerinin merkezi yükünden kurtulmuş bir idare, öte yanda kimliklerin anayasal güvenceye kavuştuğu bir temsil rejimi. Bu da bize bu “Türkiye Lübnanlaşıyor mu?” tartışmalarının kökenini anlatıyor. Zira siyasal merkezden eş zamanlı biçimde dolaşıma sokulan “temsiliyet odaklı kimlik kurguları” ile Lübnan’daki hizipçi siyasal mimari aynı zeminde buluşuyor.

Devlet Bahçeli’ninki sembolik bir laf değil, anayasal mühendislik açısından kimlik temsiline dayalı bir dizaynın kamuoyunda test edilmesidir. Kamuoyunun tepkisini ölçmek, olası bir anayasal dönüşümde meşruiyet devşirecek bir sosyolojik zemin hazırlamak için düğmeye basıldığını görüyoruz. Artık söylediklerini de söylemediklerini da daha rahat deşifre edebiliyoruz. Bahçeli’nin söylediklerine “Türkiye’nin Lübnanlaştırılmaya çalışılması” üzerinden getirilen eleştirilere öfkesi de muhtemelen bundandır. Hakeza Erdoğan’ın “Sünnîlik” vurgusunda da, bu yaklaşımın yalnızca etnik değil, mezhepsel kimlikleri de siyasal ittifak matematiğine dahil etme çabası taşıdığı açıktır. Kürt kimliği üzerinden bir temsil mühendisliği yapılırken, Sünnîlik ekseninde bir toplumsal meşruiyet üretme arayışı da devrede.

Sünni Müslümanlık üzerinden yeni bir güç bloğu

Dışarıdan bakıldığında bu söylemler, Erdoğan’ın özellikle İsrail karşıtı pozisyonları üzerinden Sünnî bir blok kurmaya çalıştığı yönünde uluslararası yorumlara yol açtı. Ancak meselenin asıl boyutu dış politikadan çok içeride yürütülen yeni bir siyasal mimaridir. CHP lideri Özgür Özel’in isabetle vurguladığı gibi, bu “Kürt, Alevi, Arap” çıkışı, MHP, AKP ve DEM Parti arasında kurulmak istenen yeni bir ittifakın zeminini döşemektedir: “Sünnî Müslümanlık üzerinden yeni bir güç bloğu” oluşturulmaya çalışılmaktadır. Hal böyleyse, bunun hem ülkeyi alacakaranlık kuşağına sürükleyerek yıkılmış bir ulus haline getirme riski itibarıyla tehlikeli, hem de başarısız olmaya mahkum bir deney olduğunun altını çizmek isterim.

Federalizm lakırdıları bu işin paketi pek tabii. Zira bugünün olduğu kadar dünün de mevzusu ve siyasi tahayyülde çoğu zaman iki duygunun aynı anda taşındığı bir kavramdır federalizm: Bir yanda merkezi iktidarın despotluğuna karşı özgürleştirici bir alternatif olma iddiası, öte yanda yerel kimliklerin temsilini kurumsallaştırarak çoğulculuğu garanti altına alma arzusu. Ancak bu iki vaadin pratikte nasıl işlediği, tarih boyunca federalizmi savunanlarla uygulayanlar arasındaki en büyük mesafeyi oluşturmuştur. Retorikte özgürlük, eşitlik ve temsiliyet; gerçekte ise karar alma süreçlerinde dağınıklık, iktidar boşlukları ve merkezi olmayan despotluklar…

Tocqueville, 19’uncu yüzyılda Amerikan demokrasisini incelerken, federal yapının toplumun kendi kendini yönetme kapasitesini geliştirdiğini savunmuştu. Ancak Tocqueville’in tarif ettiği o “etkin ve erdemli yurttaşlık” pratiği, küçük cemaatlere dayalı bir siyasal kültürün içindeydi. Bugünün karmaşık, kutuplaşmış ve kimlik temsiline dayalı toplumlarında, bu idealize edilmiş “yerel siyasal ahlâk” çoğu zaman işlemez. Bugün federal yapılar, Tocqueville’in tarif ettiği şekilde değil, tam aksine merkeziyetin zayıfladığı, ama yerelin otoriterleştiği bir model olarak işlemektedir. Yani bir tür “merkezsiz despotluk.”

Avrupa Birliği, federalizmin retoriği ile gerçeği arasındaki uçurumu en görünür biçimde yaşayan yapılardan biridir. Birleşik bir devlet değildir; bir anayasa ya da ulusal egemenlik altında birleşmiş bir halkı yoktur. Ancak buna rağmen karar alma mekanizmalarında, yasal düzenlemelerinde ve ortak politikalarında pek çok federal öğe barındırır. Özellikle iç pazarın düzenlenmesi, ortak para birimi, sınır kontrollerinin kaldırılması ve belirli alanlarda ortak politika üretimi, yüzeyde federal bir görünüm yaratır.

Biz 2019’da yaptığımız bir çalışmada (The Refugee Crisis and the Reinvigoration of the Nation State: Does the European Union Have a Common Asylum Policy? - Mülteci Krizi ve Ulus Devletin Yeniden Canlanışı: Avrupa Birliği’nin Ortak Bir İltica Politikası Var mı?), bu federal ögelerin ne denli kırılgan olduğunu mülteci politikası üzerinden göstermiştik. Kağıt üzerinde ortak bir Avrupa iltica rejimi vardır: Dublin Sistemi, yeniden yerleştirme mekanizmaları, fon destekleri ve üye devletler arasında dayanışmayı öngören düzenlemeler… Ancak uygulamada her ülke kendi kamuoyunun baskısıyla hareket etmiş, ulusal hükümetler bu ortak yükümlülükleri fiilen askıya almıştır. Almanya’nın “açık kapı” politikasına karşı Macaristan’ın sınırlarına dikenli tel çekmesi, Polonya’nın dayanışma yükümlülüklerini reddetmesi ve İtalya’nın denizden kurtarılan göçmenleri limanlara kabul etmemesi bu kırılmanın somut örnekleridir.

Ortak bir medeniyet iddiası üzerinden kimlik birliği

Bu örnek Avrupa Birliği’nin bir tür “ortaklık federalizmi” içinde kendi içinde hizalanamayan bir yapıya dönüştüğünü gösterir. Çünkü ortak yükümlülük ancak kriz yoksa geçerlidir; kriz anında egemenlik geri çağrılır. Bu da federalizmin yalnızca kurumsal değil, siyasal olarak da işlemediğini ortaya koyar. 

Ortak bir medeniyet iddiası üzerinden kimlik birliği bina edilememiş yapboz coğrafyalarda birlik ideali yalnızca refah dönemlerinin retoriğidir. Kriz zamanlarında milli refleksler ve kaos galip gelir.

Federalizmin en büyük vaadi olan yerindenlik, çoğu zaman ortak faydayı değil, yerel çıkarları kurumsallaştırır. Bu da siyasal birlikten ziyade çıkar çatışması üretir. Federal yapılar, “herkesin söz sahibi olduğu” değil, “herkesin yalnızca kendi adına konuştuğu” sistemlere dönüşme riskini her zaman içinde barındırır.

Türkiye’de bu modelin hayata geçirilmesi, yalnızca bürokratik karmaşa yaratmaz; aynı zamanda siyasetin kamusallık ilkesiyle bağını koparır. Her yerel ya da kimliksel birimin kendi hukukunu, kendi temsiliyetini ve kendi meşruiyet iddiasını taşıdığı bir düzen, ancak bir “mozaik” estetiği sunar. Oysa Cumhuriyet, mozaik değil, harçtır. Harcı olmayan bir devlet yapısı, ilk depremde yerle yeksan olur.

Sonuç olarak, federalizmin cazibesi büyük ölçüde kavramsaldır; içi doldurulduğunda gerçekte işleyen şey, parçalı bir karar alma yapısı ve artan temsil gerilimleridir. Bu da uzun vadede demokrasiye değil, temsil krizi üzerinden siyasal kutuplaşmaya hizmet eder. Bu yönüyle “Türkiye Birleşik Devletleri” formülü hem ütopik hem distopiktir: 

Bazıları için genişleyerek varlığını devam ettirme ideali, aklıselim için ise siyasal çözülmenin işaret fişeği.

Kimlik kotası üzerinden kurgulanan bir model

Türkiye’nin mevcut koşulları ise bu tür birçok merkezli yapıya geçiş için değil, tam tersine merkezi kapasitenin restorasyonuna ihtiyaç duymaktadır. Zira Türkiye, uzun süredir güçlü bir merkezi devlet yapısına sahip olmakla övünse de, fiiliyatta kurumsal kapasite ciddi biçimde aşınmıştır. Yargı bağımsızlığı zayıflamış, bürokratik liyakat erozyona uğramış, kamu yönetimi keyfiliğe teslim olmuştur. Bu yapısal kırılganlıklar ortadayken, merkezi denetimi daha da zayıflatacak bir federal dizayna yönelmek, sadece yönetimsel kaosu değil, aynı zamanda siyasal çözülmeyi de hızlandırır.

Türkiye’nin ihtiyacı kimlik kotası üzerinden kurgulanan bir model değildir. Türkiye’nin temel meselesi, temsiliyetin azlığı değil, temsiliyetin kalitesizliğidir. Bugün yurttaşların devletle kurduğu ilişki güvensizlik, adaletsizlik ve dışlanmışlık üzerine kuruludur. Bu ilişkiyi onarmanın yolu, her kimliğe bir sandalye vermek değil, bütün yurttaşlara aynı masada eşit söz hakkı tanımaktır. Kimlik eksenli projeler, bu açıdan gerçek bir birliği değil, kontrollü bir ayrılığı hedefler. Her birimin kendi alanına çekildiği, kendi güvensizlikleriyle kapandığı bir yapı, ancak bir tür iç çit ekonomisi üretir: Kaynaklar içeriye kapanır, haklar kimlik kartına bağlanır, siyasal sorumluluk yayılır ama temsiliyet bölünür. Böyle bir yapının demokrasi üretmesi beklenemez; yalnızca pazarlık üretir. Siyasal sistem bir vatandaşlık rejimi olmaktan çıkar, bir aidiyet müzakeresine dönüşür.

Ezcümle, “Birleşik Devletler” tahayyülü, bugünkü Türkiye’ye bir sistem önerisi değil, bir çözülme senaryosudur. Siyasal zeminin bu kadar kaygan olduğu bir konjonktürde, böylesine derin bir sistemsel dönüşümün önerilmesi, ancak iktidarın içeride gücünü tahkim etmek için kurduğu bir oyun hamlesi olarak okunabilir. Bu öneri, toplumsal barışı tesis etmek bir tarafa dursun, yalnızca yeni tür bir meşruiyet pazarlığı başlatır.

Hadi size bizim romancının geçenlerde uydurduğu bir atasözü ile veda edeyim:

Cüzdanında parası kalmayan, kimliğini çıkartır. 

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Suriye

ABD, Suriye'nin Halep kırsalında IŞİD'e karşı operasyon düzenledi Bir ABD Ordusu saldırı helikopteri – 10 Haziran 2025 (ABD Merkez...

 
 
 
Uluslararası Diaspora 3.. İntifada

🌍 1. Küresel Vicdan Eşiği Aşıldı Artık sadece “Müslüman ülkelerin” değil, Latin Amerika’dan Asya’ya, Avrupa içinden hatta ABD...

 
 
 
dünyaa

FR'nin Günlük Haber Özetine hoş geldiniz. Bugün Gazze'deki son gelişmeleri ve... Kamboçya ve Tayland'da tırmanan çatışma Venezuela'da...

 
 
 

Comments


©2023 copyright by MD all rights reserved

bottom of page